31 Mart 2008 Pazartesi

Sağlığınıza dikkat edin

Bahar geldi diyorken tam, hava yine soğudu. Böyle zamanlarda sağlığa dikkat etmek gerek.

İşe size süt çorbası tarifi hediyeli bir yazı.

Süt Çorbası, Tığ İşi, Berbat Şeyler ve Başka Şeyler....

1. Süt çorbası
Bir Cumartesi öğleden sonrası küt diye hasta oldum. Durduk yerde hapşırıp birden ateşimin çıkmasıyla an be an hissettim başıma geleni. “Aa, hastalanıyor muyum?”dan, “Aman ne güzel! Sırası mıydı şimdi?”ye geçişimi hayal kırıklıkları içinde izledim. Ne oluyoruz demeye kalmadan battaniyeyi dizlerime çekip bir elimde mendil bir elimde ıhlamur bardağıyla oturdum köşeme.

Tam da havanın pırıl pırıl olduğu bir tatil gününde insanın başına gelmesini en az isteyeceği şey. Sen tüm bir hafta boyu çalış, hafta sonu için tatlı hayaller kur, sonra da hastalan! Pazartesi gününe kadar da iyileşmek zorundasın üstelik, çünkü o gün değil izin almak, zorla dışarı atsalar da bırakıp gidemeyeceğin denli önemli bir iş var. Aman ne güzel!

Cumartesi ve Pazar ha iyileştim, ha iyileşeceğim diyerek geçti. Ne yatağa yatıp dinlenmek ne de hastalığımı yok sayma girişimiyle ayağa fırlayıp normal hafta sonu işlerini yapmaya kalkışmak işe yaradı. Bana mısın demiyordu mikroplarım. Anlaşılan soğuk algınlığı falan değildi başıma gelen, düpedüz grip olmuştum.

Pazartesi sürünerek işe gittim. Günaydınlara “Bana yaklaşmayın” diyerek cevap verdim. Bir yanım harıl harıl çalışan kendime acır ama aynı zamanda da gurur duyarken, diğer yanım akşam olunca eve gidip dinlenebileceğimi söyleyip teselli ediyordu ki beni, eşim telefon etti. Çok hastaydı, işi gücü bırakıp eve gidecek, dinlenecekti.

“Yaa!” dedim hayal kırıklığı içinde “Yaa, öyle mi? Çok üzüldüm, geçmiş olsun”

Oysa hastalığımın o büyük bencilliği içinde düşündüğüm ilk şey -bunu itiraf etmek utanç verici olsa da- bana bakacak kimseciklerin kalmadığı olmuştu.

Neyse ki, çok yaşadığımdan olsa gerek, hayal kırıklığına karşı şerbetliyim ben. Bu yüzden kafamda plan yapan küçük cüceler çalıştırırım. Ben derdime yanıp kendime acırken mantıklı planları benim yerime hazırlayıverirler. Bu kez de imdadıma yetişip, beni artık hasta olmadığıma ikna etmeyi başardılar. Akşam eve giderken alınacaklar ve yapılacaklar listesini dayadılar burnuma.

Fakat işyerindekiler cücelerimle aynı fikirde değildi. Bir-iki gün rapor almanın iyi bir fikir olup olmadığı konusunda suçluluk duygumla cebelleşirken beni kovalayıp, iyileşmeden de geri dönmememi tembih ettiler. Her ne kadar kendimi karantinaya alınmış, dolayısıyla istenmeyen biri gibi hissetmeme sebep oldularsa da, buna duyduğum kızgınlık vicdan azabımı yendiği için sonuçta minnettardım.

Hain Cumartesi ve terbiyesiz Pazar ben hastalıkla boğuşurken pırıl pırıl geçmişti. Pazartesi de öyle. Fakat tam da servisten dışarı adım attığımda hava bozdu. Ne zamandır yağacak denen yağmur tüm şiddetiyle, dik durmaya çalışan omuzlarıma boşandı. Halsizliğimle talihime ağlama isteğimi cücelerin elime tutuşturduğu listeyle yendim, önce eczaneye sonra da markete gittim. Alışveriş listemi tamamladım, uyuduğunu tahmin ettiğim eşimi uyandırmadan hasta çorbasını pişirmek için yavaşça kapıyı açıp eve girdim.

İşte iki uzun, güzel gün böyle başladı. Eşimi çorbayı çoktan pişirmiş, salata yaparken buldum.
Mutluluğun resmi çizilecekse benim önerim tam da bu andır: Hasta olmadığınızı tekrar ede ede kendinize ve ona çorba pişirmeye çalışarak geçireceğiniz bir akşam üstü beklerken, ayağa kalkıp size o çorbayı hazırlamış bulduğunuz bir eş. Üstelik çamaşırlar toplanmış, yerleştirilmiş, ortalık silinip süpürülmüş. Ev de sıcacık.

“Benimki sahiden de soğuk algınlığıymış” dedi sevgili kocam. “İki aspirin, dört saat uykuyla geçti”
“Yaşasın” dedim ben de. “Artık gerçekten hasta olabilir miyim yani?”

2. Tığ İşi
Siz de benim gibi bir dakikasını bile boş geçirmeye hakkı olmadığını sanan, öylece oturmaktan suçluluk duyan tiplerdenseniz halimi anlarsınız. Benim durumumda hasta olmak şuna benzer: Rejimdesiniz ve baygınlık geçirdiğiniz için doktorunuz bir paket çikolata yemek zorunda olduğunuzu söylüyor size.

İşte hastalığım tam da bu fantezinin gerçeğe dönüşmüş şekliydi. Zorunlu olduğum şeye bakar mısınız: Dinlenmenin dışında hiçbir şey yapmamak ve bedenime iyi davranmak. Üstelik bunu bir an önce iyileşip ayağa kalkabilmek için yapacağımdan vicdanım da rahat olabilirdi. Dinlenmek bu noktada bir lüks değil bal gibi görevdi.

Mucize diye buna denmiyorsa başka neye denirdi bilmiyordum ve görevimi büyük bir ciddiyetle yerine getirdim. İki gün boyunca sadece kendimle ilgilendim. Sabah uyanır uyanmaz havanın nasıl olduğuna aldırmadan evi iyice ısıttım. Yetmezmiş gibi üzerime kat kat kazak giydim. Güzel bir çay demledim. “Yarısı rejimi” dediğim şeye boş verip her şeyin tamamını yedim. İştahım hiç de hastalanmamıştı, buna üzülecek yerde sevinmenin tadını çıkardım. Kahvaltıdan sonra ilacımı içtim, ıhlamur, melisa, bir limonun suyu ve balla hazırladığım bitki çayımı elime alıp salonda kendime tahsis ettiğim hasta koltuğuna kuruldum, her yanımı battaniyelerle sımsıkı örttüm.

Planım, iki gün boyunca, bir zamanlar boyunduruğundan kurtulmak için deli olduğum ev kadınlığının tadını, hem de hiç hoşlanmadığım ev işlerinden yırtmış olarak çıkarmaktı. Bunun için ihtiyacım olan her şey elimin altındaydı işte. Yetiştirmek zorunda olduğum bir iş yoktu, kimse benden bir şey beklemiyordu ve bir televizyon kumandası, bir tığ, yumak yumak, rengarenk bir sürü örgü ipi beni bekliyordu.

Kardeşim “Sana da çok iyi gelecek, görürsün bak” diyerek yarım bıraktığı yatak örtüsünü elime tutuşturmuştu birkaç hafta önce. İddiasına göre geçen kışı bunu örerek geçirmiş, psikologa gidecek paranın çok azını örgü iplerine vermiş, gayet de memnun kalmıştı.

Hayır, ne kardeşim ne de ben öyle ciddi bir bunalımda falan değiliz. Fakat hem evimiz, hem işimiz, hem de eşlerimiz var. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de İstanbul’da yaşıyoruz. Dolayısıyla ne “Benim bir sorunum yok ki” demiştim elime iş tutuşturulduğunda, ne de psikologa gitmek yerine örgü örme çözümü yersiz ya da tuhaf gelmişti. Fakat bir türlü fırsat bulup da elime alamamıştım yatak örtüsünü. Kısmet bugüneymiş meğer, harıl harıl tığ işine başladım.

Tanrım, o ne keyif öyle! Dünyada başka düşünecek hiçbir şeyiniz yokmuş gibi ilmek sayıyorsunuz. Bir, iki, üç, dört: Hadi bakalım onu oraya dola, bunu da buraya geçir, şimdi de diğer ipe dön. Müthiş bir şey. Dert tasa kalmıyor, sadece sayıyor ve örüyorsun. İplerin renkleri desen, şeker gibi. Hangisini hangisine katsan yaraşıyor.

Örgünün keyfinden mest, kazaklarla battaniyenin verdiği sıcaktan buğulama balık gibi olmuşken arada yaptığım tek şey kendimi şımartmaktı:
“Arzu Hanım, nasılsınız? Canınız bir şey çekiyor mu? Allasen söyleyin, darılırım valla.”
“Bilmem ki. Acaba biraz daha bitki çayı içsem mi?”
“A, o nasıl söz? Tabii hemen hazırlayalım gelin. Hastasınız ya siz, işte o yüzden canınız ne isterse yapmak zorundasınız”

Böylece kalkıp bir bitki çayı daha hazırlıyor, yanına sonradan canım çeker de kalkıp almaya üşenirsem diye çikolata, çekirdek, patates cipsi gibi gerekli malzemeleri de ekleyip, hemen battaniyemin altına giriyordum. Sonra gelsin tığ işi.

Daha ilk gün, öğlen olmadan tıkınmaktan şişmiş karnım, cipsten yağlanmış ellerim ve battaniyem, terden farımış bedenim, dingin kafam ve keyiften eriyen kendime bir baktım da... “Mutluluğun resmini bir kez daha yapmak gerekiyor” dedim. “Herkesin buna ihtiyacı var. Sadece bedenin mutluluğu ve keyfi için iki gün de sürecek olsa böyle bir kaçamak yapmaya yani.” Sonra da eşimin benim için hazırladığı süt çorbasının hasretle beni beklediği buzdolabına gittim.

3. Berbat Şeyler
Tığ işinin bir iyi tarafı daha var, örerken televizyon da izleyebiliyorsunuz. İşte bu sayede, hasta olmakla hak kazandığımı düşündüğüm reçeteye -bir an önce iyileşme, bunun için de canım ne emrediyorsa yerine getirme- çok önemli şu maddeyi eklemekte bir an bile tereddüt etmedim: Sabahtan akşama dek yayınlanan o meşhur kadın programları izlenecek!

Annem, teyzem, kardeşlerim... Hepsi ama hepsi hilafsız “Ay inanamazsın, ne berbat” diye diye bu programlardan bahsediyordu. Ben de gündüz gözüyle evde oturamadığım için anlattıklarını dinleyip “Yaa, berbatmış tabii” demekle yetiniyordum. Bu programlar hakkında ortak kanı bu zaten. Sorsanız, kimse beğenmiyor: “Çok kötüüü!” Ama izlemeyen de bir ben gariban kalmışım.
“Benim neyim eksik?” dedim o iki gün. “Herkesin seyrettiğini ben de seyredeceğim! Ben de beğenmeyeceğim!”

Gerçekten söyledikleri kadar varmış. Öyle berbat ki gündüz kuşaklı kadın programları, bu rezaleti dakika kaçırmamak için yerinizden ayrılamıyorsunuz. Ben de ağzım bir karış açık Sabah Yıldızları’ndan Gelinim Olur musun’a, Sen Olsaydın’dan Sizin Sesiniz’e geçip durdum. Gerçekten tebrik ediyorum emeği geçenleri, pek berbat yapmışlar, ellerine sağlık. Yalnız bu programlara neden kadın programı dendiğini anlayamadım. Sanırım tek özellikleri gündüz vakti yayınlanmaları, böylece evde “oturduğu” varsayılan -evde öylece oturuyorlarsa ne şanslı kadınlardır kendileri, onları da tebrik ediyorum- kadınlar seyredebiliyor sadece. Oysa geceleri yayınlasalar, emin olun adlarını değiştirecek kadar çok erkek izleyici toplarlardı.

4. Başka Şeyler
İki gün çabucak geçti. Zavallı vücudum pek de alışık olmadığı bu ihtimamdan memnundu ki, iki gün sonunda turp gibi ayağa kalktım. Biraz halsiz, biraz ağırlaşmış, biraz da öksüren bir turptum gerçi ama, olsun.

Memduh Şevket Esendal "Hasta" adlı o çok güzel öyküsünde, Maliye Veznesi’nden Tevfik efendinin zavallı ayağının başına gelenleri anlatır. Ayak biraz incinmiştir ama onun sayesinde adamcağız hayatında görmediği ihtimamı görür eşten dosttan. O güzel iki gün boyunca sık sık bu öyküyü anımsadım, güldüm. Şu dünyada öyle hızlı ve öyle az yaşıyoruz ki, ancak bir hastalık “Dur da bir bak kendine” dedirtebiliyor insana. Dolayısıyla, benim hastalıkla geçirdiğim bu iki gün için yakınmaya hiç hakkım yok. Bu iki günde şunları anımsadım çünkü:
a) Bazen bomboş geçirdiğiniz iki günde, pek çok iş yaparak geçirdiğiniz iki yıldan daha çok yaşarsınız.
b) Vücudunuz da en az ruhunuz kadar kıymetlidir. Tamam işi abartıp zevk düşkünü bencilin teki olmaya gerek yok ama arada bir kapısını çalıp halini hatırını sormanın, mümkünse dinlendirmenin de zararı yok.
c) Size bakmak, ihtiyaçlarınızla ilgilenmek isteyen birisi varsa aman burnu büyüklük edip de geri çevirmeyin. Bu sizden çok onu mutlu ediyor çünkü.
d) Hele bu kişi sevgiliniz ya da eşinizse kesinlikle fırsatı kaçırmayın. Şefkat uzun sürmesini istediğiniz bir ilişkinin en kıymetli taşı.
e) Hastayken gereksiz şeylere ağlamaya başlarsanız dert etmeyin, depresyonda değilsiniz. Demek ki fazla sıkmışsınız, kalbiniz hafiften katılaşmış. Bir bahane bulmuşsunuz hazır, kendinize ve dünyaya bir iyilik yapıp ağlayın. Gözyaşından daha iyi bir yumuşatıcı bulamazsınız.
f) Çorba gerçekten de ruhsal bir yiyecektir. Eğer bir başkası sizin için pişirmişse tanrısal olduğunu bile iddia edebilirim. Doktorlar alınmasın ama değme antibiyotikten daha iyileştirici olduğuna bizzat şahidim.
g) Sonuçta, kısa süren bir soğuk algınlığı ya da kendinize iyi bakarak atlatacağınız hafif bir grip hiç de fena bir şey değildir.

Dert edeceğinize, tadını çıkarın.

Yazarın hediyesi süt çorbası tarifi:

Bir kabın üçte birine su, üçte ikisine süt doldurun. İçine bir avuç pirinç, çok az da yağ ekleyin, kaynayana dek karıştırarak pişirin. Mümkün olduğunca sıcak ve ağzınızın dayanabileceği kadar karabiber takviyesiyle için. Yapımının çok kolay oluşu özellikle hastaysanız daha da önem kazanıyor.

Afiyet ve geçmiş olsun.

Picus-Nisan 2005

28 Mart 2008 Cuma

Bahar Şarkıları

Birkaç gün önce "Bu bahar hiç bahara benzemiyor" diye konuşmuştuk ya hani. Bu şiirler onlara nazire.

Kendilerini kolay yazdıranlardı bunlar, anımsıyorum. "2002'nin Mayıs ayında yazıldı," diye not düşmüşüm altlarına.

Mecidiyeköy'de bir evdeydim. Güneş parlıyordu, huzurluydum, mutluydum, aşıktım, hafiftim. Hayat gailesi yok muydu? Vardı. Ama...

Bahar insanlara benzemez, vaktini bilir, gitse de geri gelir. Hep gelir.


Bahar Şarkıları- 1
Aşık Kadının Bahar Şarkısı

Şiir yazmak için iyi bir gün
sigara nazikçe duman salıyor
ben ısınmış bir taş gibi
halimden memnun
kök salıyorum bulunduğum yere

Dışarıdan gelen çocuk sesleri
bakkalda takılan yeniyetme delikanlıların
taze gülüşlerine karışırken
sevgilim uyuyor
duruyor tepede güneş

Sıcak bir bahar bu gelen, renginden belli
belli kuşların kanadına konan ışıktan
balonlardan, uçurtmalardan
kızların kısalan eteklerinden belli
erkeklerin çapkın bakışlarından

Ne iyi ettin de geldin canım bahar
gözlerimiz donmuştu, kalbimiz felçli
sevgimiz bile üşümüştü kışın amansız soğuğundan

Hadi gel kon uykumuza, bekleyişimizin üstüne
balkonlarımıza, çamaşırlarımızın üstüne
evsizlerin umuduna kon, güvercinlerin yuvalarına

Aç çocukların ekmeğine akıt yumuşaklığını
sertliğini sevgilime ve bu şiire sakla.



Bahar Şarkıları- 2

Kahveci Çırağının Bahar Şarkısı

Hayranım tavrına, edasına, hallerine
Şu bizim bıçkın mahalleye bile
Saygısızca giriyor bu kostak bahar
Şu cakasına bakın hele
Bakın şu kendinden emin yürüyüşüne
Belli, pasaport göstermeye niyeti yok kimselere

Hoş izin isteseydi bile
“Ne demek” derdik,
“Lafı mı olur” derdik,
Kalkar, hürmet gösterirdik bu güzel abimize

Yeri hazırdı zaten
Kimin haddine düşmüş kahvede
Oturmak baharın sandalyesine?
Kuzey Yıldızı Mayıs 2003

27 Mart 2008 Perşembe

Kurtlar yemez bizi

"Yolda" sanırım benim yayınlanan ilk öyküm. Onu yazdığımda şiirle yoğun olarak ilgileniyordum. Düzyazının dışadönük, kolay, akıcı, uçucu yazılış hali o anda bana şerbet gibi gelmiş, bir çırpıda yazıvermiştim öyküyü.

Şiir yazmak benim için cepten yemek gibidir. O ana dek biriktirdiğin senden bir parça koyarsın şiire hep. Derinlerde ararsın, ruhunu kurcalarsın. Bazen zaten birikmiştir sözün ağzında ve bir çırpıda çıkar derdin dışarı. Ama çoğunlukla böyle olmaz, tam söylemek istediğini yaklayabilmek için kurcalar, kurcalarsın içini. Aklında birkaç kelime vardır, o kelimelerin seni götüreceği büyülü ve güzel yeri bulmaya çalışırsın. Şiir yazmak kömürü elmasa dönüştürmeye çalışmak gibidir. Simyası vardır bu işin, büyüsü. Her zaman kullandığın kelimeleri öyle bir traşlamalı, öyle uygun yanyana getirmelisin ki, o kelimeler bambaşka bir şey anlatsın artık.

"Yolda" bu nedenle aslında şiirle uğraşan yazıcının biraz utangaç "Ya, ben bir başkasının alanına girdim ama...Dur bakalım,"ı olarak okunmalı. Öykü Elektra ile benim çocukluğumuzdan izlekler taşıyor. Birebir böyle bir yolculuk hiç olmadı. Fakat biz çok küçükken birkaç yıl yaşadığımız o güzel şehirden bize kalanlardır anlatmaya çalıştığım. Bir de şunu eklemek isterim, o iyi insanların inceliği hala kalbimizde, verdiği ekmek hala boğazımızda. Bunu unutmadık.

YOLDA

Isırgan soğuk çatlayan ellerini yaladıkça, arkana bakıp, uluyarak sana doğru koşuşturan kurt sürüleri arıyorsun. Çocukluğunun hayalleri arasına sakladığı bir dağ başı yolu. İnce ve ulaşılması zor tepeler. Çorak, ağaçsız, madensi ve ıssız.

Yağıyor kar. Hep de ıssız yollarda tipiye çevirerek. Otobüsün içi hep soğuk. Ellerim hep üşüyor. Bir de ayaklarım. Bir de burnumun ucu. Ne yaparsam yapayım, ısıtamıyorum.

Bu karda, bu tipide inip yürümek mümkün olsa, kardeşimle ben elele tutuşup yürüyüversek, daha çabuk ulaşacağız Diyarbakır’a. Hatta bir kızağımız olsa daha da eğlenceli geçecek yolculuk.

Huysuzluğum tutuyor. O beyazlıkta yürüyemediğim için kardeşimi tekmeliyorum. Saçıma asılıyor. Yüzüne tırnaklarımı geçiriyorum. Yan koltukta oturan annem “yapmayın” diyor. Kötü kötü bakıyor bize. Yola çıktığımızdan beri hep yapmayın diyor. Her yapmayın bir öncekinden daha az etkili oluyor. Ara sıra sesini yükseltip yapmayınların etkisini artırmayı deniyor.

“Sıkıldım” diyorum anneme. Annem sesini çıkarmıyor. Yanında oturmakta olan babam bir sigara daha yakıyor. Babamın sigarası Silahlı Kuvvetler. Annem “Bir sigara da bana versene” diyor. Otobüsün içi sigara dumanı kokuyor boydan boya. Koltukların nemli kokusuna yapışmış.

Sivri kayaların ortalarına doğru açılan bir yolda durmuştu otobüs. İki gün sürer İstanbul Diyarbakır yolculuğu. Oysa şimdi üçüncü gün yolda ve hala Diyarbakır uzakta.

“Sıkıldım” diyorum yeniden. “Ben de sıkıldım” diyor kardeşim. Annem babama bakıyor bizi yanıtlaması için. Babam pencereden bakıyor. Annem içini çekiyor. “Hadi biraz oynayın” diyor. “Ne oynayalım?” “İsim-şehir oynayın”. “Bu bilmiyor ki” diyorum kardeşimi gösterip, “anne sen oynasana benimle” “Başım ağrıyor” diyor annem, “babana sor” Kardeşim “Ben biliyorum, benimle oyna” diyor. “Bilmiyorsun işte” deyip bir daha tekmeliyorum onu. Bu kez saçıma yapışmak yerine annemin göremeyeceği taraftaki koluma bir çimdik atıp bağıra bağıra ağlamaya başlıyor. “Anne şu ablama baksana yaaa!” Annem gözlerini iyice açıp bağırıyor “Bak çok fena yaparım seni”

Yapamaz işte biliyorum. Otobüsteki onca insan bana koruma sağlıyor. Kardeşimi ısırıyorum dönüp: “Pis müzevir!” Çığlıkları artıyor. Annemin gözlerindeki çılgın bakış da. Babamı da kapsayan bir “Yeter artık!” bakışı bu. Ben de öyle bakacağım işte. Bu otobüsteki herkese, karıncalanmış ayaklarıma, tutulmuş dizlerime, bu kokuya ve soğuğa yeter artık! Koşmak istiyorum! Halıya uzanıp kitap okumak istiyorum! Arkadaşlarımla evcilik oynamak istiyorum!

Arka koltuktan bir el uzanıyor. Soyulmuş bir mandalina. Buruş buruş bir kadın yüzü. Çenesinde ve yanağında mavi lekeler var. Dövme. Korkuyorum. Koltuğuma büzülüyorum.
-Alsana kızım, diyor annem.
Omzumu silkiyorum. Gözlerimi sımsıkı kapatıyorum. Kadının eli iyice uzanıyor, kokusunu alıyorum buruşuk elinin. Bir de soymuş üstelik. Almam o mandalinayı!

Hep ikram ediyorlar. Hep veriyorlar. Karpuz kesiyorlar tepeleme. Kokmuştur deyip kebaplar, yufkalar gönderiyorlar çocuklarıyla. Sen hiçbirini yemiyorsun. Annenin elinden çıkmamış yemeği yiyemiyorsun. Aç kalıyorsun. Dizlerin fırlıyor sıska bacaklarından. Yüzün süzülüyor, gözlerin kocaman kalıyor yüzünde.

- Hep böyle yapar, kusura bakmayın, diyor annem kadına. Sesinde kızının mızmızlığından utanan bir hal var.

Yaşlı kadınının çatlamış sesini duyuyorum. Ne dediğini anlamıyorum. Annem de anlamıyor. Daha genç bir kadın sesi karışıyor konuşmaya. Yaşlı kadının kızı olmalı.
- Haklıdır kız, canı sıkılıyor elbet daracık yerde. Yol da çok uzadı bu sefer. Allah vere de sağ salim varabilsek Diyarbakır’a.
- Vallahi öyle, bir an önce varsak şuraya. Canımdan usandırdı bunlar beni.
- Öyle deme bacım, çocuktan kıymetli ne var? İki tane mi senin?
- İki tane, iki tane. Allah eksikliklerini göstermesin ama başka da vermesin.
- İkisi de kızdır. Oğlan istemezsin?
- Yok bizde öyle kız çocuk, oğlan çocuk. Bunlar sağlıklı ya, mühim olan o.
- Bende sekiz tane var Allah bağışlarsa. Altısı erkektir.
- Maşallah! Nasıl bakıyorsunuz onca çocuğa?

Ne kadar çok çocuk var o mahallede. Üç katlı taş bir binada oturuyorsunuz. Yaz günlerinde ev sahibinin deli oğlundan korkarak bahçede oynuyorsunuz. Yıllar sonra bir gün o adama neden deli dendiğini düşündüğünde, delilik sebebinin saçını uzatmak olduğunu fark edip güleceksin. Mahalleli -ve baban- o yüzden deli diyor ona. Bu sıfat çocukları bahçedeki fidanlardan uzak tuttuğu için hiç sesini çıkarmıyor o da.

Arka koltuktaki kadınla annemin konuşması devam ediyor. Zaten otobüste can sıkıntısından herkesin çenesi açılmış. Arka sırada dizim dizim oturup, aralıksız sigara içen suskun erkekler bile konuşuyor şimdi. Şoför oflayıp pufluyor. Kasetten yükselen bol acılı bir türkü. Bir uğultudur gidiyor içerde.

“Vah gariip!” diyor kadın. Babamın asker olduğunu, Diyarbakır’da tek bir akrabamız olmadan “kimsesiz” yaşadığımızı duyunca böyle söylüyor kadınlar anneme: “Vah gariip!” Keyfim yerine geliyor, tanıdık bir espri bu aramızda. Kardeşimi dürtüyorum. Kıkırdıyoruz. Kulağıma eğiliyor kardeşim: “Vah gariip!” diyor.

Erkekler geliyor önce. Eşyaları tutup tutup taşıyıveriyorlar içeri: “Hoşgelmişsiz gurban! Bi ehtiyacığız olursa çekinmeyesiz sakkın” Ardından kadınlar doluşuyor eve. Hepsinin elinde birer tepsi. İlk orada duyuyorsunuz bu sözü: “Demek ta İstanbollar’dan geliysiz ha bacım? Kimiiz kimseyiz yohtur buralarda? Vah gariip!”

- Hadi isim-şehir oynayalım, diyorum kardeşime.
Kızgınlığım geçmiş. Az önce beraber güldük ya.
- Sen say.
A-B-C-Ç.. sayıyorum içimden.
- Dur!
- Ğ
- Yaa hep böyle yapıyorsun ama! Bir daha say hadi.

Diyarbakır’a ilkokula başlayacağın yıl taşındınız. 1970’ler olmalı. Saçlarını maşayla kıvırdı annen, uçlarına iki koca fiyonk bağladı. Beyaz yakan kolalı, dizlerine kadar beyaz çoraplar, siyah önlük. Ağlamadın. Öğretmen çocuklara şarkı söyletti. Ezberleyiverdin. Akşam eve dönerken yanındaki yeni arkadaşlarınla beraber delilo söylüyordunuz.

Leyla. Lüleburgaz. Lale. Lama. Lamba. Lüksemburg. Doldurdum önümdeki kağıdı. Kardeşimi bekliyorum. Yavaş yavaş yazmasına kızmıyorum. Ne kadar sabırlı ve iyi bir ablayım ben. Üçüncü sınıfa gidiyorum ama birinci sınıftan bir kardeşle isim-şehir oynayacak kadar alçakgönüllüyüm. Sınıfının birincisi kardeşimi hiç kıskanmıyorum ki ben.
- Lama diye bir hayvan yok, uyduruyorsun.
- Aptal! Var tabii, resmini gördüm. Deveye benziyor.
- Sensin aptal, hem de yalancı.

Saçlarına asılıyorum hırsla. Yalancı değilim ben. Hayvanlar Ansiklopedisi’nde gördüm lamayı. Güney Amerika’da yaşıyor. Tükürüyor kızınca.

Kardeşimin saçları elimde kalıyor. Fazla ileri gittim. Avaz avaz bağırıyor. Annem kardeşimi kucağına alıyor. Bana da “Eve bir varalım görürsün sen” diyor. Bunu söyleyince annem, otobüs denen cehennemden kurtulup sıcaklığına kavuşacağım ev de başka cehennem oluyor. Annemin tehdidi sıkıntımın sona ereceği umudunu alıveriyor elimden.
- Ama bana yalancı dedi. Lama var işte, gördüm resmini.

Ben de ağlıyorum şimdi.

Babam bir of çekiyor. “Susun!” Susmuyoruz. Otobüste bizden başka birkaç çocuk daha var. Onlar da bir sebep bulup ağlamaya başlıyor. Sesimiz teybin de, konuşan büyüklerin de sesini bastırıyor. “Tımarhaneye döndürdünüz ortalığı yahu!” diyor babam.

Ağlayarak anneme sarılmaya çalışıyorum. “Bi daha yapmıycam annecim, valla yapmıycam. Söz!” Kardeşim annemin kucağında olmanın güvencesiyle ittiriyor beni.

İşte böyleyim gerçekte. İstenmeyen, kötü bir çocuk. Öyle zavallı hissediyorum ki kendimi, bu sefer hiç bağırmadan cam kenarına sokulup sessizce ağlıyorum.

Babam kalkıp yanıma geliyor. Kucağına alıyor beni. Yanağımdan öpüyor.
- Hadi bak az kaldı. Üzmeyin artık annenizi.
Sakalları yanağımı acıtmıyor hiç. Canım babam benim.

Baban askerleri “Aslan” diye çağırıyor. Yanına gelip selam veriyorlar “Buyrun komutanım!” Bütün askerlerin adının Aslan olmasına şaşıyorsun. Bunu babana söylediğinde kahkahalarla gülüyor. Çok bozuluyorsun.

- Keşke kuşetliyle gelseydik, diyor annem babama
- Söyledik ama dinletemedik ki sözümüzü. İki gün erken çıksaydık tren vardı işte.
- Ne yapayım, çok özlemişim kardeşimi. Yılda bir kere görüyorum.

Trenle yolculuk etmeyi seviyorum. Yataklı vagonlarda kalıyoruz. Kardeşimle üst ranzada kimin yatacağı konusunda kavga ediyoruz. O sırf inadından kavga ediyor benimle. Aslında yere düşmekten korkuyor. Biliyorum. Bir kez “Hadi sen çık yukarı” dedim denemek için, “Vazgeçtim, sen yat o pis yerde” dedi.

Keşke trende olsaydık şimdi. Araya çıkar koşardım. Daha çok çocuk oluyor hem trende. Arkadaş bulurdum, oynardık. Ayaklarım acıyor burada. Üstelik acıktım. Babamın kulağına fısıldıyorum bunu. Babam anneme söylüyor. Annem çıkarıp bir elma veriyor bana. “Patates ekmek yok mu?” “Biraz sonra” diyor annem. “Sık dişini. Az ilerde mola vereceğiz”

Bir bu eksikti. Dağbaşında aç kalacağım. Açlıktan öleceğim. Dudağım bükülüyor kendiliğinden, ısırıyorum. Babamı üzmemek için ağlamayacağım. Arkadaki teyze konuşmalarımızı duymuş olmalı. “Dur sen gurban” diyor “Bekle az” Annesine anlamadığım bir şeyler söylüyor.

Yaşlı kadın elinde dürüm yapılmış yufka ekmeğiyle yanı başımda beliriyor. Anlamadığım o dilde bir şeyler söylüyor gülümseyerek. Eliyle önce yufkayı, sonra ağzını işaret ediyor. Parmaklarını birleştirip elini aşağı yukarı sallıyor. Bunu yaparken bir yandan “mmmhhh!” diyor. “Çok güzel bu ekmek” demeye çalışıyor bana. Saçlarımı okşuyor uzanıp. Büzülüyorum babamın koynunda. Annem kaş göz ederek ekmeği almamı istiyor. “N’olur almayayım annecim” diyorum ben de ona bakışlarımla. “Bunu sen yapmadın ki.”

“Bizim suçumuz değil” diyorsun annene. “Bakkal ekmek deyince pide veriyor işte. Öbür ekmekten vermiyor.” Annen bir hışım bakkala gidiyor, elinde ekmekle gülerek geliyor geri. “Bunun adı somunmuş burada, öyle isteyin siz de.”

Annemi daha fazla kızdırmadan alıyorum teyzenin verdiği ekmeği. “Hani teşekkür?” diyor babam. “Teşekkür ederim” diyorum. “Evet, teşekkür ederim. Siz iyi insanlarsınız biliyorum ama hastayım ben. Bir başkasının yaptığı yemeğe elimi süremem. Midem bulanır sonra. Zaten yemek yemeyi de hiç sevmiyorum. Annem bana patates kızartıyor. Sadece onu seviyorum. Babama sorun isterseniz. Bir köfte yedirebilmek için ne diller döküyor bana.”

Bütün bunları teyzeye söylemiyorum elbette. Çünkü ne zaman bir ikramı geri çevirsem “Ayıp bir şey bu yaptığın” diyor annem. “Ne demek midem bulanıyor? Hasta olduğunu da nereden çıkardın hem?” O yüzden teyzeye bunları söylemiyorum. Teşekkür edip, yediğimi göstermek için ağzıma götürüyorum peynirli dürümü. Teyze cıvıl cıvıl bir sesle bir şeyler söylüyor kızına beni işaret edip.
- Gel biraz bizim kucağımızda otur, ister misin? diyor kızı.
Kafamı iki yana sallıyorum hızla: İstemem!
- Hadi kızım, git biraz da orada otur. Derslerini anlatırsın teyzelere. Bak, çok sevmişler seni. Hem annenin de kolu yoruldu kardeşini taşımaktan. Buraya yatırırız biraz.

Demek babam da istemiyor artık beni. Ne mutsuz bir çocuğum ben Allah’ım. Kardeşimi kolluyorlar hep. Ne zaman kavga etsek onun tarafını tutuyorlar. Neden getirdin beni bu dünyaya?

Annemin kucağında uyuyakalan kardeşime bakıyorum hınçla. Gitmeyebilirim arka tarafa ama aklıma bir kurnazlık geliyor. “Madem öyle bu ekmeği de buraya dönünce yerim” diyorum. “Fesuphanallah!” çekiyor babam.

Babana şark hizmeti çıkınca annen çok ağladı. Kuyruklardan söz edildi ona, yolun çok uzak olduğundan, kıtır kıtır kesilseniz haberinizi onbeş günden önce alamayacaklarından. Oysa öyle olmadı. Yeşil bir kentti senin Diyarbakır’ın. Teyzelerle amcalar sizi hep kolladı. Annene “emanet” dediler. Baban nöbete kaldığında akşamları “yenge korhmayasan sakkın, biz burdayız ha” dediler kapıya gelip. Minibüste “bacı”nın yanı hep boş kaldı. Kimse başını kaldırıp yan gözle bakmadı ona. Ne gördüyseniz hürmetten, acımadan, kollanmaktan, sevgiden ibaretti.

Yumuşacık bir kucakta açıyorum gözlerimi. Hava aydınlanmaya yüz tutmuş. Otobüs durmuş. Zıplayıp oturuyorum teyzenin kucağında.
- Uyandın mı gurban?
- Uyandım. Neden durduk?
- Teker patlamış.

Yüzümü cama yapıştırıyorum. Kar durmuş. Beş-altı adam var tekerle uğraşan. Aralarında babamı görüyorum. Yaşasın. Aşağıya ineceğim.

Kardeşim hala uyuyor. Zaten o bir uyudu mu top atsalar uyanmaz. Nasıl kıskanacak aşağıya indiğimi duyunca. Annem de uyuyor. Gitme diyemez bana.

“Bi dakka” diyorum teyzeye. “Nereye?” diyor. Yalan atıyorum “Çişim geldi”
Babam beni görünce kızacak, biliyorum. Olsun. Ona da “çişim geldi” derim. Azıcık dışarıda dursam yeter bana. Biraz nefes alırım, belki koşarım bile.

Gidip elini tutuyorum babamın. Kızmasına fırsat kalmadan aynı yalanı söylüyorum. Sesini çıkaramıyor. Tam o sırada köpekleri görüyorum.
- Baba, köpeklere bak!

Babam “Çabuk yap çişini” diyor sadece. Diğer amcalara bir şeyler söylüyor. “Hep olur buralarda” diyor amcalardan biri. “Gelmezler, merah etme”
Köpeklerden en önde olanı başını havaya kaldırıp uluyor. Ne kadar büyük köpekler ama bunlar. Sesleri de bir garip. Hava çok soğuk da ondan mı böyle kızgınlıkla bağırıyorlar?
- Yazık di mi baba onlara da? Üşüyorlardır di mi?
- Hıı, çok yazık. Hadi gir bir an önce içeri, sen de üşüyeceksin.
Teyzenin verdiği dürümden kurtulmak geliyor aklıma.
- Baba aç bu köpekler, dürümü onlara verelim mi, hı?
- Tövbe, tövbe!

Tekeri onaran amcalar gülüyor bana. “Hadi gir içeri çabuk” diyor babam. Kös kös otobüse biniyorum yeniden.

Ne zaman hava bozulsa, için üşüse o kurt sürüsü gelecek aklına artık. En öndekinin havaya dikilmiş başı. Otobüsün patlamış tekerleği. Uçsuz bucaksız görünen o beyazlıkta tekeri onarmak için uğraşan bir avuç insan.

Kardeşim iki koltuğu da kaplamış. Annem öbür ikili koltuğa uzanmış. İkisi de uyuyor hala. Yanlarına gidersem uyanacaklar. Teyze parmağını dudağına götürüp “sus” diyor bana. Eliyle gel gel ediyor. Utana sıkıla tekrar kucağına çıkıyorum.
- Yaptın mı çişini?
- Hııı!

Yapamadım. Yoktu ki zaten. Babam hemen yukarı çıkardı beni. Koşmama izin vermedi. Somurtacağım işte ben de.
- Ne yapirler dışarda? Teker olmuştur?
- Bilmem. Babam köpekleri görünce hemen yukarı çıkardı beni.
- Ne köppegi gurban? Bu ıssız yerde köppeg mi olir? Gurttur onlar.

Ben kurtları gördüm demek! Onun için babam aşağıda durmama izin vermedi. Ya gelirlerse babam aşağıdayken? Ya yerlerse onu? Sonra annemi yerler. Kardeşim tombul. Onu da yerler. Ben sıskayım belki beğenmezler beni. Ama açlarsa çok, beni de yerler.

Ağlamaya başlıyorum.
- Şşşt! Herkesi uyandıracağsan! Ne var durup dururken ağlayacah?
- Ya babamı yerse kurtlar? Gelsinler teyze, ne olur git söyle babamlara. Otobüse binsinler.
- Delinin zoruna bah! Gız, bu kadar çoh insanın yanına yanaşır mı hiç gurtlar? Bişey olmaz, merahlanma a gülüm.

Yıllar sonra bir gün genç bir adam masada yanına oturup ağlayacak. Sarhoş. “Yanımda vurdular arkadaşımı abla” diyecek sana. “Nasıl acı bilemezsin. Gözünün içine bakarken can verdi.” Yumruğunu masaya vuracak. “Orası senin bildiğin yer değil artık” Oysa iki yıl önce “ora”ya giderken sıkı sıkı tembihlemiştin ona “Ben zamanında aptallık edip yememiştim, aman sen kaçırma teyzelerin sana vereceği çiköfteleri, sac ekmeklerini, kebapları. Hala duruyorsa Şeyhmus’a git. Baklava ye”

- Açmısan? Bi dürüm daha yer misen?

Hem de nasıl açım teyzecim. Ama yemem o dürümden. Annemin patatesli ekmeğinden olsa yerdim. Ama o dürümden yiyemiyorum işte. Ayıp, biliyorum ama elimde değil.

- Yemem, teşekkür ederim.
- Ama bah yemezsen büyümezsen. Sonra böyle güççüg galırsan. Bak gurtlar ne gadder büyük. Neden? Hı? Her şeyi yemişler de ondan.
- Teyze, onlar bizi de yer mi?
- Seni begenip yemezler. Bacini bilmem ama.
- Onu da yemesinler!

Ağlıyorum işte teyzecim. Kardeşimi kurtlar yemesin. Beni kızdırıyor hep. Benden daha akıllı. Annemle babam onu daha çok seviyor. Ama kurtlar kardeşimi yemesin. Ben onsuz ne yaparım?

- Ağlama ha gurban. Aaa, tüh tüh! Şagga yaptim gız! Gorhma gurtlar yemez gardaşını. Ama sen şu elmayı yiyiver bari.

Bilmediğin o dilde küfürler savurarak peşinden koşturuyorlar kardeşinin. Hepsi erkek. Ellerinde çatapat. Kızın kafasına geliyor çatapat, ortalığı yanık bir saç ve et kokusu alıyor. Taşı yapıştırıyorsun sen de kafalarına. “Polise söyleyeceğim hepinizi!” Çocuklar taş değil ama polis korkusundan kaçıyorlar. Kardeşin ağlıyor. Sarılıyorsun ona: “Ağlama, yok bir şey” Kardeşinin başındaki o 1 lira büyüklüğündeki yanık yerden saç çıkmayacak bir daha.

Suçlusu sensin o yaranın. Verdikleri ekmeği yemedin! Kestikleri karpuza elini sürmedin! Kapanmayacak o yüzden kardeşindeki yara da!

Kuzey Yıldızı-Mart-Nisan 2003

25 Mart 2008 Salı

Paytak paytak yürüyen, güzel, yaşlı bir kadın

"Vahide Hanım ve Pazarcılar"ı bana kocaman bir lahana getirdi.

Salı günleri evimin yakınında pazar kurulur. Akşamları yorgun argın işten dönerken içim içimi yer. "Hadi bi gayret," derim kendime. "Bu sefer pazar çantasını kap hemen balkondan, oyalanmadan çık dışarı. Bak ne güzel pazaryerinin renkleri, sesleri"

Ama eve çıkınca üşenir kalırım. Üşenmemin sebebi sadece o yolu geri yürümek değildir. Pazarın raconu çantaları tıklım tıkış doldurmaktır, satıcılardan üç domates, 250 gram ıspanak, iki pırasa isteyemezsiniz. Yani, elbette isteyen vardır da, ben isteyemem işte. Bu yüzden salı günü birer kilodan aşağı alamadığım tazecik meyvelerin cumartesiye doğru gözüme baka baka büzüldüğünü, sebzelerin daha perşembeden çürüdüğünü görmek zorunda kalırım. Ve dünyada bunca açlık varken onları öyle görmek içimi acıtır. Yine de bazen gözümü karartır çıkarım pazara.

İşte o günlerden birinde havanın güzelliğiyle mest, aklım bir karış havada çıktım pazara. Çantamı tıka basa doldurdum. Eve gelince mutfağa çektiğim pazar çantası bana baktı, ben ona. Düşündüm kara kara: “Aldım bunları ya, ne yapacağım? Dipfrize tıksam yıkanmadan olmaz. Şimdi pişirsem halim mecalim yok”

Öyle yorgundum ki, aldığım her şeyi pencereden atıp kurtulmak en cazip fikir gibi geliyordu. Fakat en tepedeki koca kafalı lahana sırıta sırıta bana bakınca “Gel seni bi doğrayayım da gör gününü,” dedim. Sebzelere giriştim. Ispanakları yıkarken “Keşke dağıtabilsem şunları” demeye başladım ve bir kadın canlandı gözümde. Yaşlı, biraz yorgun, paytak paytak yürüyen, başı yarım bağlı, güzel bir teyze.

Vahide Hanım’a “yüzü işaretlilerden” demeyi çok seviyorum ben.

Vahide Hanım ve Pazarcılar

Vahide Hanım mutfaktan çıktı, bozuk paraları minik cüzdanına, cüzdanını eskimiş çantasına yerleştirdi. Üstüne başına çeki düzen verdi, kapıyı besmeleyle kapayıp birkaç kez de çekiştirdikten sonra tekerlekli pazar çantasını arkasından sürüyerek yola düzüldü.

Altmışlarının baharında Vahide Hanım. Onca yılın yorgunluğu etle yağ olup, gün geçtikçe zayıflayan kaslarının etrafını kuşatmış. Kemikler de gittim gidiyorum diyor hani, ne zamandır bükülüyor belkemiği yavaştan, bir salkım söğüt gibi.

Bu epeyce yüklü vücudu taşıyan bacaklara bakalım şimdi. Hafif çarpılmış, oldukça tombul. Uçlarına etli, geniş ayaklar yerleştirilmiş, ayaklar da yayıldıkça yayılan eski, gayet yüksek topuklu ayakkabıların içinde. Ne yapalım, vazgeçemedi kadıncağız bu topuklardan. Oldum olası boyundan yana dertlidir.

Bacaklar diyorduk ama nerelere geldik? Dağıtmayalım dikkatimizi.. Bacaklar önemli çünkü Vahide Hanım’ı, bizi ve bu öyküyü bir pazara götürüyorlar şu anda. Lütfen onları takip edelim, adımlarını yanlış yerlere basmaması için Vahide Hanım’a dua edelim. Maazallah bir çukura falan yönleniverirse bu bacaklar ne Vahide Hanım’ın ayak bileği düzelir bir daha ne de öykümüz.

Pazaryerine ulaşmaya hala vaktimiz, kahramanımızı tanımaya fırsatımız var. Biraz daha bakalım Vahide Hanım’a.

Eh, yaşına göre gayet hoş bir yüzü var. Bazı kadınlar yaşlandıkça güzelleşir ya hani, bu kadın onlardan. Yarı yarıya beyazlamış olsa da eski kumrallığını hala açığa vuran saçlar, akları yaşlılıktan sütlenmemiş mavi gözler. Yüzünü bir zamanlar hafifçe çirkinleştirmiş sipsivri burnu gençliğindeki halinden daha güzel, kilo almak bacaklara değilse de buruna yaramış. Bu yüze bir de inci gibi dişleri ekleyin. “Bu yaşta mı?” demeyin efendim, ekleyin siz, çekinmeyin. Vahide Hanım’ın küçük kızı dişçidir çünkü. İlk işi komple bir takım dizmek oldu annesinin ağzına.

Bütün bu toplamdan çıkaracağımız sonuç şu: Vahide Hanım şeker gibi bir kadın. Otobüs durağında beklerken yanına yanaşıp hangi otobüse binmeniz gerektiğini, fazla biletinin olup olmadığını ya da saati sormaktan çekinmeyeceğiniz insanlardan. Yüzü işaretlilerden.

Yalnız yaşıyor. Beş yıl önce eşi sizlere ömür deyip göçtü bu dünyadan, iki kızı var ama onlar da çoktan evlenip gitmiş zaten. İyi kötü bir düzen oturtmuş evceğizinde. Tek derdi var, şöyle gönlünce bir sofra kurup da yemek yiyemiyor.

Ah, siz o tombul tombalak vücudu görünce ne sanmıştınız ki? Ne bulursa tıkınan bir obur mu? Baklavalardan, böreklerden vazgeçemeyen iştahlı bir boğaz mı?

Ne gezer efendim, ne gezer! Keşke öyle olsaydı. Vahide Hanım’a öyle zor geliyor ki bir tabacık yemeği bitiremeden sofradan kalkmak, inadına yiyor ekmeği. Bu şişmanlık ondan.

Hâlbuki ne zeytinyağlılar yapar o, ne börekler açar, ne mantılar, ne tatlılar döktürür. Fakat evde yiyen olmayınca ziyan oluyor hepsi. O da artık fazla bir şey yapmıyor kendine. Peynir, ekmek, yağda yumurta, arada yoğurtla, haşlanmış patatesle geçiyor günleri.

Fakat bugün Vahide Hanım talihine karşı çıkmaya azmetmiş, gidiyor. Pazara gidiyor. Sebze alacak, pişirecek, yiyecek. Böyle gitmeyeceğini biliyor çünkü bu işin. Ne yapalım yani, yalnızsa yalnız. O da azıcık azıcık alır. Yemekler artar mıymış? Artsın efendim, komşuya verir fazlasını, olmadı en kötüsünü yapar, atar çöpe. Yazık günah tamam ama, Vahide Hanım’a da yazık günah.

Aa! Bakın bakın, nasıl da çekiştirdi başörtüsünü iki yandan, nasıl da inatla düzelti başcağızının üzerinde. Bir hışımla kaldırdı ki çenesini o kadar olur. Yeneceğinden emin olduğu düşman ordularına saldıran bir general gibi baktı pazaryerine. Bizimle aynı şeyleri düşünmüş demek ki.

Yaşa sen Vahide Hanım! Sakın bozma niyetini. Pazara gideceksin, ıspanak alacaksın. Pazara gidip ıspanak alıp n’apacaksın? Hapır hupur, hapır hupur yiyeceksin.

İşte pazaryeri. İşte yer elmaları, karnabaharlar... Ya lahanalara ne demeli? Şöyle kıymalı bir kapuska yapsa da yese ne güzel olur. Üzerine de bol pul biber…

Ağzı sulanıyor Vahide Hanım’ın. Bunu fark etmişçesine bağırıyor tezgâhtaki çocuk:
“Gel teyzem gel. Bak pazarın güzelleri hep burada. Sen de gel”
“Terbiyesiz” diyor içinden Vahide Hanım. “Annesi yaşındayım ayol, söylediği lafa bak.”

Ama bir şey demiyor pazarcıya, ters ters bakıp yürüyor. Az ileride pırasa tezgâhına yanaşıyor. Tam alacakken “Dur” diyor. “Pazara çıkmaya çıkmaya unutmuşum. Bu pırasaları alıp da çantanın en altına koyarsam eve gidene kadar bana benzerler. Önce soğan, patates falan alayım, onlara bir şey olmaz aşağıda. Hem bir gezeyim dolaşayım önce şuraları. Daha ucuza, daha iyisini bulurum belki.”

Ah Vahide Hanım, güzel teyzem benim. Sen gerçekten pazara çıkmayı unutmuşsun. Kalabalığa bak, millet itiş kakış birbirini çiğniyor. Senin zavallı tombul vücudun hele de arkanda gezdirdiğin bu çantayla nasıl incinmeden, bunalmadan dolaşır burada? Sahil yolunda mı sandın kendini, parkta mı? Ayağına basarlar, omzuna çarparlar, özür bile dilemeden yürür giderler de maazallah sinirlenir dönüverirsin bak evine.

Söylüyoruz ama dinleyen kim? İnatçı! Bu kadın hep böyleydi zaten. Annesi az çekmedi, kocası az çekmedi inadından. Nuh der peygamber demez, kendi bildiğini yapar.

İyi, sen bilirsin Vahide Hanım, gez dolaş madem. Fazla fazla bunalıp geri dönersin, biz de pişiremediğin kapuskanın yasını tutar, başka bir öykü ararız. Ne yapalım.

Fakat bu kez inadı işe yarayacak, Vahide Hanım kolay kolay pes etmeyecek. Ayağına basanlara, kenara çekilmesini isteyenlere, yüzüne ters ters bakıp hızlı yürümediği için kızanlara aldırmadan pazarın sonuna kadar gidecek. Evet, oldukça bunalacak ama buna aldırmayacak. Bir kez karar verdiyse yolundan şaşmaz o.

Soluk soluğa pazarın sonuna vardığında yüzü kadar kırmızı domatesler karşılıyor Vahide Hanım’ı. Yanlarında yemyeşil biberlerle salatalıklar da var fakat Vahide Hanım yüz vermiyor hiçbirine. Tatlarının lastiğe benzediğinden emin. Eski kadın o, her sebzenin mevsiminde güzel olduğunu bilir.

Domateslerin ilerisinde pazarın bittiğini görüp rahatlıyor Vahide Hanım. Büyük savaşının önemli bir aşamasını bitirmiş olarak yüzgeri ediyor. Kafasına koyduğunu yaptı, bütün pazarı baştan aşağı dolaştı, nerede ne var yazdı aklına. Şimdi sırada mimlediği tezgâhlara gidip istediklerini bir bir almak var.

Önce patatesçiden başlıyor. Sapsarı Adapazarı patatesleri. Üç kilosu iki bin. Patatesi bolca yediğine göre üç kilo alabilir. İki kilo da soğan. Yok, o da üç kilo olsun. Kapuskaya lazım, ıspanak boranisine de.

İlk torbalar bismillahla yerleşiyor pazar çantasına, içine de bir ferahlık Vahide Hanım’ın. Başladığına göre bu alışverişe, bitirecek elbet. Kendini iyi tanıyor.

Artık biz de daha iyi tanıyoruz Vahide Hanım’ı. Bugün kapuska pişireceğine aklımız kesiyor. İçimiz rahat edebilir, izlemekle yetinebiliriz onu.

Sırada yer elmaları var. Bol zeytinyağı, bol soğan, biraz havuç, bir avuç şekerle pişirip de üzerine kıydımıydı maydanozları tadından yenmeyecek valla. Karşısındaki daireye yeni taşınanlara da verir bir tabak. Üç yaşlarında bir güzel kızları var, kreşe gidiyor. Vahide Hanım o zavallı yavrunun yer elması yediğinden değil gördüğünden bile şüpheli. Nasıl fırsat bulup da yapsın ki annesi, çalışıyor.

Bunları düşünürken iki kilo yer elması da giriyor çantaya. Biraz ilerleyince pişman oluyor gerçi, yarım kilo neyine yetmezdi? Neyse, olan oldu artık. Bundan sonra alacaklarına dikkat eder.
Yer elmalarının üzerine havuçlar yerleşiyor güzelce. Körpecik, kıtır kıtır. Seçeyim derken fazla kaçırdı, oldu mu sana bunlar da iki kilo?

Sinirlenmeye başlıyor kendine Vahide Hanım. Ne yapacak bunca havucu, tavşan değil a? Tövbe tövbe deyip yürüyor. Az alacağına dair tembih tembih üstüne lahanaların yanına yanaşıyor. Düşünüyor kara kara. Lahananın iyisi büyük olur. “Yarısını kes de, ver” dese, pazarcı kime satacak kalanını? Hem zaten “kiloyla değil taneyle” yazıyor etikette. Mecburen büyükçe bir lahana alıyor Vahide Hanım.

Ispanak taze, kumsuz. Karnabahar iri iri. Pırasanın ikisi üçü bir kiloya geliyor. Az az almaya niyetlense de eli hep kiloya gidiyor Vahide Hanım’ın.

Meyve de alıyor. Portakal, mandalina, azıcık da muz. Marulları turpları görünce canı salata çekiyor. Roka, tere, taze nane “bizi de al” der gibi bakınca yüzüne, dolduruyor çantasını tıka basa. Tam çok şükür bitti derken, balkabaklarını görüyor. Şekerine dikkat etmesi gerekmeyen şanslı yaşlılardan o. Buna şükrederek koltuğunun altına da bir kabak sıkıştırıyor. Bitiyor pazar işi.

Vahide Hanım alı al moru mor geliyor evine. Kapıyı açmasıyla mutfaktaki sandalyeye yığılması bir oluyor. Tıklım tıklım pazar çantasıyla koca bir kabak mutfağın taşlarına yayılmış ona bakıyor. “Hadi bizi yerleştir” diyorlar. Oysa öyle yorgun ki Vahide Hanım, değil sebzeleri buzdolabına yerleştirmek, kalkıp da bir bardak su içecek hali yok.

Yine de biraz soluklanıp doğruluyor yerinden. İçi rahat etmez başka türlü. İşleri bitirmeden oturamaz.

Önce tezgaha diziyor aldıklarını. Çamuru falan varsa, öyle pis pis yerleştiremez dolaba. Tezgahın üzerinde naylon torbalar yığılıyor. Tere, taze nane, marul, turp, havuç, kocaman bir lahana, portakallar, mandalinalar… Yığın büyüdükçe büyüyor. Vahide Hanım kafasından hesap yapıyor.
“Bu gece kapuska yaparım. Yarın da pırasa. Öbür gün yer elması. Daha sonraki gün de… Hay Allah bir tencere yemeği nasıl bitiririm bir günde?”

Ne olacak şimdi? O bir tencere kapuskayı bitirene kadar bir hafta geçer. Geri kalanlar bozulur dolapta da olsa.

Birden bütün hevesi kaçıyor. Tezgahta yükselen dağ, gözüne bir ayıpmış gibi batmaya başlıyor. Yaşlı, tek başına yaşayan bir kadıncağız o. Neden aldı ki bunca şeyi? Hayır, parasında değil, yazık olacak sebzelere, bozulacaklar, derdi o. Dışarıda bunca yoksul var, evine sebze meyve değil bir ekmek bile götüremeyen var. Oysa kendisi sırf hevesi yüzünden bunca nimeti çöpe atacak bir hafta sonra. Yiyemeyecek ki.

Tezgahtaki yığını öylece bırakıp sandalyeye oturuyor tekrar. Bütün iştahı kaçtı işte.

Yapma be Vahide Hanım, pes etme ne olur. Biz seni bu akşam kapuska yerken görmek istiyoruz, cayma kararından. Hadi yerleştir şunları dolaba, belki bozulmazlar, ha?

İşte! İşte kalktı yerinden. Hem de ne kalkış, az önceki bitikliğinden eser kalmamış. İşte tekrar yerleştiriyor aldıklarını torbalara. Öylece atıverecek dolaba galiba. Fakat o da ne? Ne yapıyorsun Vahide Hanım?

Vahide Hanım torbaları tekrar pazar çantasına yerleştiriyor. Bir tek yer elmalarını ayırıyor kenara. Al işte, şimdi de yeniden giyiyor ayakkabılarını, çıkıyor evden, çantasını çekiştirerek pazar yerine gidiyor.

Ne yapıyorsun be güzel teyzeciğim? Geri mi vereceksin aldıklarını? Pazarcılar güler bak sana. Market mi sandın orayı? Hayatta vermezler paranı bak, bizden söylemesi.

Yok canım, laf söz dinleyecek gibi değil. Gidiyor işte ıspanakçının yanına.

Aman be teyze, sonu acılı kapuskayla biten mutlu bir öykü hevesiyle izleyip durduk seni, bulup bulacağımız pazarcılarla kavga eden bir yaşlı kadın olacaktı madem, ne taktın ki bizi de peşine?

Al bakalım, bak ne diyor pazarcı: “Olmaz” diyor değil mi? Oooh! Gördün mü, “Bana ne” diyor şimdi de. Valla haklı adam. Biz de söyleyeceğiz şimdi: Bize ne? Almasaydın şunları, heveslendirip takmasaydın bizi de peşine.

Ama o da ne “Anladım” diyor pazarcı. Alıyor torbaları elinden. Ne dedin ki adama bir de teşekkür ediyor sana?

“Kim isterse e mi evladım,” diyor Vahide Hanım pazarcıya. “Tamam” diyor o da. “Merak etme sen.” Sonra bir poşete azıcık ıspanak koyup “Bunlar benden” diyor.

Neler oluyor?

Ne olacak, sonu gerçekten mutlu biten bir öykü oluyor işte bu. Vahide Hanım aldıklarının hepsini geri veriyor. Sıkı sıkı tembihliyor pazarcıları: “Parası yoktur, canı çeker. Sevaptır oğlum, gözüne kestirdiğine veriver şunları. Yalnızım ben, yiyemiyorum.”

Pazarcılar önce anlamıyor ne dediğini, onlar da bizim gibi parasını geri istediğini sanıyorlar. Sonra durumu anlayınca hoşlarına gidiyor. Kimi teşekkür ediyor kuru kuru, kimi ıspanakçı gibi sattıklarından veriyor azıcık. Böylece Vahide Hanım evine daha az yükle ama daha büyük bir keyifle varıyor. Mutfağına girip kıymalı ıspanak pişiriyor.

Pazardan bir küçücük evin mutfağına, oradan yine pazara giden sebzelerle meyveler epey şaşkın. Bu şaşkınlıkları pazarcılar onları diğerlerinden ayrı bir kenara koyup akşama doğru pazara gelen, yere atılmış sebzeleri karıştıran yoksulların eline tutuşturduklarında daha da çoğalıyor.

O gece şunlar oluyor:
Vahide Hanım yaptığından memnun yemeğini yiyip televizyon seyrediyor.
Lahana on beş kişilik bir ailenin sığındığı tek göz odada haşlanmış lahana oluyor.
Ispanaklar yaşlı bir karı kocanın midesini boyluyor.
Portakallar on çocuk tarafından bir anda bitiriliyor.

O geceden sonra şunlar oluyor:
Ertesi hafta Vahide Hanım yine pazara çıkıyor. Bu kez içi sıkılmadan, nasıl yiyeceğim onca şeyi diye düşünmeden bol bol alışveriş yapıyor. Aldıklarını emanet ediyor pazarcılara. Onlar da azıcık azıcık doldurdukları torbaları tutuşturuyor eline. Tezgaha yanaşanlar neler olup bittiğini anlayınca, bu da benden deyip güçleri yettiğince bir şeyler ekliyor akşam üstü pazar yerine geleceklerin payına.

Fakat bu öykünün en mutlu sonu şöyle oluyor:
Artık Vahide Hanım kuru ekmek değil, misler gibi yemek yiyor her akşam. Hiç ama hiç yalnız hissetmiyor kendini sofrada. Tanımadığı pek çok insan da onunla birlikte sanki.

Vahide Hanım, bak alkışlayarak uğurluyoruz seni. Gerçekten var olsa o tombul yanakların sarılıp öperdik de. Bizi yanıltmadığın için, otobüs duraklarında saat sorabileceğimiz yaşlı teyzelerin hala var olduğuna yeniden inandırdığın için bizi. Çok yaşa sen e mi.

Adam Öykü-Mayıs-Haziran 2005

24 Mart 2008 Pazartesi

İlk “şiir”

Elbette aşağıda okuyacağınız şiir yazdığım ilk şiir değil. Yine de ben şiir miladımı onunla başlatırım. Yazıp bitirince bakıp şöyle demiştim çünkü: "Vay be! Galiba bu bir şiir"

Şiir serseri sevgilimdir. Ben nerede oturduğunu bile bilmem, o ne kadar taşınırsam taşınayım ev adresimi bulur. Yıllarca arayıp sormaz, sonra bir gün bir bakmışım mutfakta peynir ekmek hazırlıyor kendine. “Domates nerde?” diye bağırır utanmadan. Delibozuktur. Bir “Nasılsın görüşmeyeli?” demez, hal hatır sormaz. “İşim var benim, uğraşamam fazla seninle, çabuk ol” der. O yer peynirini ekmeğini, ben onu yazarım. Sonra geldiği gibi çeker gider ansızın. Bana bıraktıklarına bakar avunurum.

Ama sanmayın ki gidince arkasından gözyaşı döken bir kadınım ben. Benim de bir izzet-i nefsim var sonuçta, umurum olmaz. “Giderse gitsin. Benden iyisini bulursa da dönmesin,” derim her gidişinde. Zaten öyle yorucu bir sevgili öyle bencil bir ev arkadaşıdır ki, gittiğinde “Oh be!” derim. Dağılmış evimi toplar, kafa dinlerim.

İlk ziyaret ettiğinde on iki yaşımdaydım. “Savaşmayın, barışın”, “Dünya ne güzel, neden kirletiyorsunuz, ayıp değil mi?” ve “Çocuk olmak ne iyi” konulu manzumeler yazdırdı bana. Baktı ki benden ona pek de fayda yok, çekti gitti.

On sekiz yaşında insan dere geçişine burun kıvırır, okyanus aşmaya niyetlenir. Tam o yaşımda çıkageldi yeniden şiir. İlkokuldakiler haricinde tek dize yazmamışken “Ne uğraşayım dizelerle falan? Yazarsam destan yazarım. Zaten Homeros’dan aşağısı da beni kurtarmaz” diye tutturdum. Yeşil kaplı, kareli bir defteri ölümsüz eserimle doldurdum, tutuşturdum bir şair arkadaşın eline. Sağ olsun ciddiye alıp sayfalara “Burası olmamış, şurası başarılı, bu dizeyi at, şunu şöyle et” diye notlar düştü. Bir önerilere baktım, bir deftere. Bir bahara baktım, bir Ankara sokaklarına. Bıraktım destanı eve, sokağa çıktım. Kızdı elbet havalı şiir, “Sana gelende kabahat” dedi, çekti gitti.

“Çoğu şairin şiiri bıraktığı yaşta ben şiire başladım” derim bazen. Öyle oldu galiba. Otuz yaşımda şiire öyle ihtiyacım vardı ki, ben deli gibi dönenerek çağırdım bu kez onu. Aylarca yazdım. Ünlü şairlere öykünen berbat şeyler verdi onca gece bana. Ne yapsam olmadı, derdimi anlatamadım, çağırdım çağırdım şiir gelmedi. Sonra bir gece genç yaşta ölmüş bir arkadaşımla, kardeşimle ve ergenliğimin kızlarıyla kalktı kalemim taş yerinden. Şiir benim değil onların derdini beğenip geldi. Rakı soframa oturdu, karşıma.

İşte “Çeliktepeli Delikanlı Kızlar İçin” böyle yazıldı. Onu yazdığımda sarhoştum: Hayattan, acıdan, rakıdan, geri gelen şiirden.

Hayat ondan vazgeçmezsen eğer bir yol bulur düzelir; düzeldi.
Hayat devam ettikçe acı da geçer; geçti.
Rakıyı içersen biter; bitti.

Şiir kaldı geride ve ben ona küsene dek gitmedi.


Çeliktepeli Delikanlı Kızlar İçin

Birinin adı Gül.
sevgili kaçırma modasını ilk o başlattı
daracık kotlar giyerdi. delikanlıydı.
düğününde saçını kırmızıya boyadı.
Evleneceği belliydi, kalbine gül sokardı.
Sonraları panter kıvraklığını türbanının altına sakladı.

Bir başkası. Ayfer.
Uzun boyluydu. Kardeşime ilk sigarayı o sundu.
Kısıktı sesi, ırmak saçları gibi
uzatırdı her bir harfi.
Çerkesti. Şişko bi kardeşi vardı.

Ben çelimsiz kargaşa. Saçımı bir kez maviye boyadım.
Koluma bileklik, belime zincir, yüzüme küstahlık sardım.
Utangaç ve korkaktım.
Sarı bir aslan sevdim. Kendime geldim, sayıyla.
....’nın oğlanlarını böyle kandırdım.

En güzeli kardeşimdi kızların.
Kedi hanım. Gözlüklü çiçek.
Saçını toplar, kakülünü yana tarardı.
Güzel parmakları, uğruna bıçak çeken belalıları vardı.
Birinde isteyerek, birinde bilmeden öldü.
Usluydu. Ev kokardı.

Çiçek. Kürt kızı.
Çetrefilli Türkçesi, kalın şiir kaşları, örgülüydü saçları.
Gözcülük ederdi hırsızlama öpüşlere
Onu sevmeyen bir sevdiği vardı.
“Bir gece..” diye anlatmıştı. İnanmamıştık.
İnadına yaptı yapacağını.

Canan. Bir kez bile açmadı kalbini bize. Kapısını da.
Sonra ölümüyle gazetelere çıktı.
Evini herkes gördü. Bedenine çok kurşun saplanmıştı.

Bu bizim öykümüz
Hayatları çiçek çağında, bir yıl boyunca kesişen kızlardık biz
bir devrin kapandığını gördük.
Kapıda durduk, yol verdik gelenlere
Çok koridor vardı. Başka yönlere yürüdük.

Çeliktepe’nin delikanlı kızları!
Ağır kızlardık, kendimize hafif.
Racon koyduk: Efendimiz sevdiğimizdi.
Ama efendimiz bile bileğimizi bükemedi

Tenimiz ayva, gülüşümüz ateş kokardı.
Delikanlı kızlardık.
Düşlerimizi sezdirsek
Dünya yanardı.

Çeliktepe’nin delikanlı kızları!
Kimse içmedi suyumuzdan hala
Binbir sevişmeden sonra
Hala taze bedenlerimiz

17 yaşımızdı.
Yaşamın sonuna gelmiş gibi yaşadık,
büyüdük şimdi.
Çeliktepenin çiçek kızları
Gem vuruldu ateş soluğumuza
Ama hatırlayın, biz o sokaklarda neden koşardık?

Efendiler silemez ki sokaktaki izlerimizi.
Adam Sanat- Şubat 2002