30 Ocak 2009 Cuma

Düşük Şarkı

Büyümek zaman ister
Bazen bir ömür yetmez
Yüzünü görmeyeceğim sevgili anne
Koyver gitsin akmayı bekleyen kan
Benim büyümeyeceğim belli en başından

Bana açtığın güzel koyaktan
Bir selam da ben verirdim ama
Baksana beni de alırsa taşacak dünya

Benim yerime bir şarkı taşı dudağında
Yitirme koynundaki geveze kuşu
Kalbine taş taşı, su ver güzel aklına
Çiçekler tut, kolonya geçir
Rahminde yeşert beni sonraya

20 Ocak 2009 Salı

1002. Gece Masalları

"1002. Gece Masalları" 2005'de Metis Yayınları'ndan çıktı. Yiğit Değer Bengi'nin hazırladığı fantastik kurgu seçkisinde benim de bir öyküm yer alıyordu. Kitap hakkındaki bilgilere ekteki linklerden ulaşabilirsiniz, hikayenin bir kısmı ise aşağıda. Devamını okursunuz artık kitaptan:)

http://www.metiskitap.com/Scripts/Catalog/Book.asp?ID=1887

http://www.ideefixe.com/Kitap/tanim.asp?sid=D79CCC0BK05G70HN0PVG

Ellerinizi Arkanızda Tutun!


Onu bir yaz günü tanıdım. Gökyüzündeki bulutları omuzlarına almışçasına ezik yürüyordu. Etrafındaki ağaçlar da ona bu zahmetli işte yardım etmek istercesine dallarını bükmüş, onun gibi eğilmişlerdi. Her yerde yerçekiminin o yararlı tutsaklığı hissediliyordu; ağaçlarda, demir ayaklarını asfalta iyice gömmeye çalışan banklarda, adamın bükük sırtında, hatta yere iyice yapışmış gibi görünen gökyüzünde bile.
-Şunu bir dakika tutar mısınız? dedi bana.
- Pardon? Bana mı seslendiniz?
- Evet, siz. Çok yoruldum. Bir dakika tutabilir misiniz şunu?
Bana uzattığı kollarına baktım. Boştu.
- Af edersiniz, anlayamadım. Neyi tutacağım?
- Görmüyor musunuz? Bunu işte! Tutun azıcık ne olur.
Bir kaçıkla karşı karşıya olduğumu düşündüm. Bir an bu ıssız, büyük parktan kaçmak geldi aklıma ama peşimden koşup beni yakalayabileceği ihtimali ayaklarımı yere çiviledi. Ben şaşkın şaşkın bakınırken, o bin bir zahmetle bana doğru iki adım atmış, yanıma gelmişti bile.
- Lütfen, sadece bir dakika, demesiyle kollarıma bir ağırlık bırakması bir oldu.
Küt diye yere yapıştım.
- Bu da ne? Neler oluyor? Bana ne yaptınız?.
Bir yandan da bana yüklediği ağırlığı atmaya çalışıyordum. Soğuk, yapış yapış bir şey vardı sanki kollarımda, çok ölü, çok ağır, çok soğuk, çok… çok… çok tanımlanamaz. Ama gözlerimi ne kadar açarsam açayım göremiyordum onu.
- Korkmayın, sadece bir dakika dedi adam.
Üzerinden büyük bir yük kalkmışçasına derin bir oh çekti. Kan dolaşımını düzenlemek istercesine kollarını salladı, belini ovuşturdu.
- İki gündür benim elimde, dedi sonra. Kusura bakmayın biraz da sizi kandırmak gibi oldu ama dayanamadım daha fazla. Evde çocuklarım, karım var, anlıyor musunuz? Üstelik onca zamandır bir lokma yiyemedim, bir bardak su içemedim.
Dehşetle,
- Ne demeye çalışıyorsunuz? diye sordum. Ne yani şimdi bu… bu … işte bu elimdeki her neyse onu bana bırakıp gidecek misiniz?
- Karım ve çocuklarım evde beni bekliyor, dedi yine. Özür dilerim ama sanırım evet, böyle yapacağım. Siz de benim gibi yapar, birisini bulup başınızın çaresine bakarsınız artık.
Arkasını dönüp gitmeye hazırlandığını görünce dehşetle bağırdım.
- Lütfen! Bana bunu yapamazsınız.
- Bal gibi de yaparım, dedi omzunun üstünden bakıp. Ne yapalım, siz de buradan geçmeseydiniz.
- Ama bakın, ben sadece ellibeş kiloyum. Sizse kocaman adamsınız, hiç olmazsa daha dayanıklı birini bekleyemez miydiniz?
- Elinizde tuttuğunuzu taşıyacak kadar dayanıklı hiç kimseyi tanımıyorum, takmayın kafanıza. Siz yere düşmemesine dikkat edin yeter. Herhangi bir yere götürmeniz gerekmiyor.
- İstesem de götüremem ki zaten, dedim, kollarım önde, yere yapışmış yüzükoyun yatarken.
Omzunu silkmekle yetindi.
- Kusura bakmayın, dedi tekrar. İnanın bunu size yapmak istemezdim ama iki gündür bu parktan birinin geçmesini bekliyorum. Ne yapalım, siz çıktınız işte karşıma.
Havanın güzelliğine aldanıp da beni dışarı sürükleyen lanet olasıca ayaklarımla yeri tekmeledim. Kollarımı kımıldatabilseydim, “Kusura bakmayın” diyen ama beni bu beladan kurtarmak için kılını bile kımıldatmayan bu adama bir de yumruk savururdum. Ne yazık ki yapamıyordum.
Birden bire gülmem tuttu halimi düşününce. Elimde göremediğim bir ağırlıkla yerde yatıyordum. Beni bu halde birisi görse ayağa kalkamadığıma inanmazdı bile.
- Bir dakika, tamam anladım gideceksiniz ama hiç olmazsa elimdekinin ne olduğunu söyleyin.
- Boş verin, dedi yine. Ne olduğunu öğrenip de ne yapacaksınız? Elinizde tutun öylece yeterli.
- Peki siz görebiliyor musunuz bunu?
- Hayır, göremiyorum. Zaten görmek de istemem. Neyse, bana müsaade. Dediğim gibi karnım çok aç ve susuzum. Üstelik evdekiler de beni merak etmiştir. İzninizle.
Alay eder gibi bir selam verdi. Gitmek üzereyken son bir çare geldi aklıma.
- Çantam! Çantamda su ve sandviç var. Eğer bir-iki dakika daha yanımda kalırsanız onları size verebilirim.
- Hımm… Neli?
- Ne neli?
- Sandviç.
- Peynir, salam ve domatesli.
- Salam mı? Hiç sevmem. Teşekkürler ama ben karımın yanına gideceğim. Şöyle nefis bir kahvaltı çekiyor canım.
Çaresizlikten ağlamaya başladım.
- Lütfen, bunu yapmayın, dedi adam yanıma diz çöküp. Ağlayan kadınlara dayanamam.
- Ah! Bir kalbiniz var demek? Hiç belli etmiyorsunuz ama.
- Peki peki. Hatırınız için sandviçi yiyeceğim. Ama siz de susacaksınız tamam mı?
- Tamam.
Çantamdan sandviçle suyu çıkardı. Şişeyi kafasına dikip kana kana içtikten sonra derin bir “Oh!” çekti.
- Biliyor musunuz, su gibi nimet yok derken doğru söylüyorlar. Açlık neyse de, bu susuzluk canıma okumuştu.
Sesimi çıkarmadım. Kafam hızla çalışıyor, elimdeki bu yükten nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. “Düşün” dedim aklıma “Lütfen bir şeyler düşün. Bu adamı ikna edecek bir şey olmalı.”
Adam salamları çıkarıp bana uzattı.
- Yemek ister misiniz?
- Hayır, şu anda canım hiçbir şey istemiyor. Çöpe atın.
- Ama bir süre sonra çok acıkacaksınız, isterseniz yanınıza koyayım. Başınızı hareket ettirebiliyorsunuz nasılsa, yersiniz.
- Öf, çekin şunu burnumun ucundan. Bir salam kokusu eksikti sanki başımda.
- Sevmiyorsanız neden salamlı yaptınız sandviçi?
Tanrım! Sadece bir sandviç yiyecek kadar yanımda kalacaktı ve konuştuğumuz şeye bak! Mantıklı bir şeyler söylemeye çalıştım.
- Af edersiniz isminiz neydi?
- Neden soruyorsunuz?
- Size nasıl hitap edeceğimi bilmek istiyorum.
- At...
- At mı?
- Yani şey… Bana Atilla diyebilirsiniz, kendi ismimi pek sevmem de.
- Peki Atilla Bey, siz sandviçi yerken bir iki soru sorabilir miyim?
Kıtlıktan çıkmışçasına lokmaları ısırırken kafasını salladı.
- İki gün önce bu şeyi aldığınızı söylemiştiniz değil mi?
Yine kafasını salladı.
- Peki bunu size kim verdi?
- Parktan geçiyordum sizin gibi. Yaşlı bir adam vardı burada, iki büklüm görünce yardım etmek istedim.
- Ne yani, siz isteyerek mi aldınız bu şeyi adamdan?
Utangaç utangaç başını salladı yine. Sonra dayanamayıp ekledi.
- Ne yapayım, dayanamadım işte o halde görünce. Anlarsınız, bunamış olabileceğini düşündüm, elinde bir şey taşıdığını zanneden bir deli olduğunu ya da. Maksadım ortada herhangi bir yük olmadığına inandırmaktı onu.
- Aferin! Şimdi sizin aptallığınızın ceremesini ben çekiyorum yani? Peki bana neden acımıyorsunuz?
- Acıyorum ama siz bunu birine vermeyi daha kolay başarırsınız, eminim. Böyle ıssız bir yerde yalnız ve güzel bir kadına yardım etmeyi kim istemez?
İşte bu hiç aklıma gelmemişti. Demek ıssız bir yerde, yalnız ve güzel bir kadın ha? Bu tek başına bile başlı başına bir sorunken, kesseler kımıldayamayacak bir halde, kollarında ne idüğü belirsiz bir ağırlıkla yere yapışmış yatan, yalnız bir kadın! Başıma gelebilecekleri düşünmek bile istemiyordum. Can havliyle kollarımı, ellerimi, hiç olmazsa parmaklarımı kımıldatmayı denedim tekrar. Mümkün değildi.

.......

13 Ocak 2009 Salı

Que Vadis?

Kaderi dorusunda taşıyan
Kör bir demirden attır zaman
Deh deyince gitmeyişi bundan

Gözü bağlı bir atlıdır hayat
Kör bir demirden atın üstünde oturan
Durur gittiğini sanarak
Mahmuzu fazlaca kullanması bundan

Gözü bağlı atlının terkisindeki çocuk
Kör bir demirden atın üstünde oturan
Kaç nesildir bu yoldasın?
İki köre bağlanmış ki cesaretin
Kör kere kör umudun bundan.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Fantastik denemeler

Aşağıdaki -ortasında bir yerlerden bir bölüm seçtiğim-hikayenin ilk versiyonu 2004'de Kayıp Dünya adlı web sitesinde yayınlanmıştı. "Melekler Taçsız Doğar" adını verdiğimiz bu uzun öyküyü eski eşimle beraber yazmıştık. Böyle yazmak benim için başta çok zor gibi görünse de sonradan çok hoşuma gitti. Gündüz o yazıyor, akşam da ben yazdıklarını toparlıyor, ekliyordum.

Biz yazarken çok eğlenmiştik, umarım sizler de okurken eğlenirsiniz. Herkese iyi haftalar dilerim.


9. Bölüm

Havelan Meclisi Eterasta’nın tam ortasındaydı. Çevresindeki her şeyden daha yüksek, daha genişti. Dış yüzeyi taştan yapılmış kabartmalarla bezeliydi. Beş ayrı kubbeden oluşuyormuş izlenimi veren çatısını hepsi birbirinden farklı beş dev heykel taşıyor, heykellerin görünüş ve uzunluklarının arasındaki fark yapıyı bir arada ve bütünlüklü tutabilirmiş gibi bir his uyandırıyordu.
Ortadaki heykel bir eraydı. Hemen yanında bir insan duruyordu. “Diğer üç heykel de babamın anlattığı öbür halkları simgeliyor demek ki” diye düşündü küçük kız. Ne kadar da farklıydılar! Birazdan onlarla yüz yüze gelip konuşabileceğini düşününce kalbi hızla atmaya başladı.
Mara’nın heykellere baktığını fark eden Adera,
“Sana anlattığım o eski zamanlarda Havelan Meclisi’nde bu heykellerde gördüğün tüm halklar yer alırdı. Şimdiyse biri mecliste değil, biliyorsun. O zamanlar hepimiz dünyanın ve birbirimizin varlığını yine birbirimize ve dünyaya borçlu olduğumuzu düşünürdük. Bak görüyor musun, her heykel bir diğerinin kubbesini de tutacak şekilde yapılmış. Herhangi birinin olmaması çatının tamamen çökeceği anlamına gelir.”
İçini çekerek ekledi,
“Sanırım öyle de oluyor.”
“Ne kadar büyükler,” diyebildi Mara.
Babasının sözlerindeki felsefi yan üzerinde duramayacak kadar etkilenmişti diğerlerinin görünüşünden. Ancak kendisi de bu durumdan epeyce çekmiş olduğu için, diğer halkların farklı görünüşleri hakkında yorum yapmak ayıp bir şeymiş gibi geliyordu. Bu nedenle fikirlerini kendine saklayarak ilgisini Eterasta’yı ilk gördüğünde de dikkatini çeken kutu benzeri hareketli odalara yöneltti.
“ Bunlar ne baba?
Adera yerine Ruven yanıtladı soruyu:
“Uçan odalar”
Adera açıkladı:
“Meclis üyelerinin bazıları bizimle yaptıkları seyahati güvenli bulmuyor. Ayrıca yük ve eşyaları bunlarla indirip çıkarmak çok daha kolay. Ogtornlar -ve artık Ruven gibi pek çok era da- bunlara uçan oda diyor. Biz kaldırıcı demeyi tercih ediyorduk ama sanırım artık genel kullanımı uçan oda olarak yerleşti.
“Uçan oda kaldırıcıdan daha güzel bir deyim ama, masal gibi,” dedi Mara. “Hoş aslına bakarsanız, başıma gelen pek çok şey de öyle ya.”
“Ben masallara inanmam, dedi Ruven. “İnsanlar konuşabilen bir kedi hakkında masallar anlatırdı örneğin. Hiç olacak şey mi bu? Miyavvv!”
“Doğru,” dedi Adera. “Miyavlayan bir Ruven hakkında masal anlatsalar ona inanabilirdin bak.”
Mara Ruven’den Downi’ye nasıl dönüşebildiğini kendisine de öğretmesini isteyecekti bir gün. Belki kendisinde de böyle bir yetenek vardı. Belki o da canı istediğinde bir hayvan, örneğin mavi kanatlı bir kuş olabilirdi.
Küçük grupları meclis muhafızlarının koruduğu kapıya doğru ilerlerken, uçan odadan inen bir grupla karşılaştı. Mara hayranlıkla fısıldadı:
“Ne kadar güzeller. Bunlar olbar, değil mi anne?”
“Evet” dedi Harlena. “Hemen fark ediliyorlar, değil mi? Tanışmak ister misin?”
“Hem de nasıl!”
Olbarlar güneş ışığını tenlerinde çoğaltarak geldi. Göz kamaştırıyorlardı. Kısa, yeşil cepkeninin altına bol, parlak eflatun bir çeşit pantolon giymiş olanı Mara’ya sarıldı.
“Hoş geldin seçilmiş çocuk. Üzerinde diğer dünyanın kokusu var. Işık getirdin aramıza.”
Olbarın büyüleyici kokusuyla başı dönen Mara ancak kekeleyebildi:
“Merhaba... adım Mara. Sizinle tanıştığıma çok sevindim.”
“Mara elbette. Adını bilmeyen bir kişi bile yok bu tarafta. Benim adım da Hyzediyah. Seni gördüğüm için ben de çok sevinçliyim.”
Mara bir kuş ötüşünü andıran bu adı dili döndüğünce tekrarlamaya çalıştı
“Hiy-zeddi-yaa.”
“Şuna bakın, hemen kapıverdi adımı,” dedi Hyzediyah neşeyle.
Gülüşü de kokusu kadar büyüleyiciydi.
Diğer olbarlar da yanlarına gelmişti. Mara’yı kucaklayarak iyi dileklerde bulunup, küçük kızı görmekten ne denli mutluluk duyduklarını tekrarladılar. İki grup arasında ayaküstü bir sohbet başlamışken Mara fırsattan istifade, olbarları incelemeye koyuldu.
Onlar için söylenecek ilk şey uzun olduklarıydı. Mara yüzlerini görebilmek için başını iyice yukarı kaldırmak zorundaydı. Buna karşın vücutları yapılı değil, narindi. Uzun kolları ve bacaklarıyla her an kırılabilirmiş gibi salınan ama asla kırılmayan sazlara benziyorlardı. Derileri altın rengiydi. Güneş vurdukça parlıyordu. Çekik gözlerinin gözakları siyah, buna karşın gözbebekleri parlak bir yeşil-mavi karışımıydı. Uzun boyunlarına karmaşık desenli kolyeler takılıydı. Konuşurken ellerini sıkça kullandıklarından parmaklarının ne denli zarif olduğunu fark etti Mara.
Giysilerinin biçimleri eralarınkinden oldukça farklıydı. Eralar, kanatlarına rahat hareket imkanı sağlayan bol elbiseleri tercih ederken, olbarların giysileri çeşit çeşitti. Daracık pantolonlar, kısalı uzunlu etekler, rengarenk gömlekler vardı üzerlerinde. Parlak renkleri ve yumuşak kumaşları sevdikleri belliydi.
Saçları gür ve siyahtı. Bir kısmı onları kısacık kesmiş, diğerleri ise türlü sanatla uğraşıp karmaşık şekiller vermişlerdi. Bir an kısa saçlı olanların erkek olabileceğini düşündü küçük kız. Diğer tarafta, insanların kadınları saçlarını uzatır, erkekleri ise kestirirdi. Yine de alıcı gözle bakınca ne giysilerinden ne de saç biçimlerinden olbarların cinsiyetlerine ilişkin bir ipucu yakalayamadı.
“Bu uçan oda denen saçmalığa herkes ömrü boyunca ancak bir kez dayanabilir. Oysa şu halimize bak. Sürekli toplantı! Sürekli uçan odalar! Bu böyle devam edecek olursa Meclis üyeliğinden istifa edeceğim Adera, böylece bilesin!”
“İşte ogtornlar,” dedi Adera fısıltıyla Mara’ya. “Uçan odalardan nefret ederler. Uçma fikrinden de hoşlandıkları söylenemez. Mavi kanatlarına hayranlık duymalarını sakın bekleme. Ama bunun dışında gerçekten dost canlısıdırlar.”
Kafasını sallamakla yetindi küçük kız. Ne kadar mükemmel yapılmış olursa olsun bir ogtornun nasıl göründüğü hakkında herhangi bir heykelin söyleyebileceği fazla şey yoktu. Şu anda onu selamlamak üzere yanına gelen bu halkı yakından görmek bambaşka bir deneyimdi. Ağzını kocaman açmış, nasıl olup da böyle görünen canlıların kendisinin de anlayabileceği bir dilde konuşabildiklerini düşünüyordu. Babasının fısıldayışıyla kendine geldi:
“Canım, şu yüzündeki ifadeyi değiştir hemen, ogtornlar oldukça alıngandır. Hem Tantar çok iyi dostumdur, kırılmasını istemem.”
Mara utançla ağzını kapayıp, elinden geldiğince gülümsemeye çalıştı. Adera uçan odalardan yakınan ogtornu selamladı:
“Sevgili Tantar! Her zamanki gibi çok hoş görünüyorsun. Uçan odalardan dolayı üzgünüm ama emin ol bu işkenceye katlanmana değecek bir ganimet var elimde bugün. İşte bu Mara, kızım. Mara, bu güzel hanım ogtornların meclisteki temsilcilerinden, Tantar. Bunlar da Taru ve Kedzik.”
Mara’yla tanıştırılan ogtornun yüzünde, küçük kızın dudakları olduğunu varsaydığı aralık dışında hiçbir değişim olmamıştı. Kızcağız bu değişimin gülümseme olduğunu ancak tahmin edebildi. Kalın ve sağlam gövdeli Tantar’ın elleriyle ayakları bir insana göre gayet büyüktü. Gözleri hemen kafasının üzerindeki iki yükseltiden çıkmaktaydı, her biri Mara’nın bir yumruğu kadardı. Bacaklarının dizlerine kadar olan bölümü neredeyse yere paralel duracak bir açıya sahipti, bu da ona her an zıplayabilirmiş gibi bir hava veriyordu.
Ogtorn, Mara’yı saygıyla selamladı.
“Hoş geldin seçilmiş çocuk. Sonunda ailene kavuştuğun için çok mutluyuz.”
Sesi de görünüşü gibi güçlü, görünüşüyle çok örtüşmese de güven vericiydi.
“Merhaba,” dedi Mara gülümseyerek. “Ben de ailemi bulduğum için çok mutluyum.”
“Senin yerinde olsam o kadar mutlu olmazdım doğrusu. Ah şekerim, senin katlanılması güç bir göreve gitmene sebep olan, işte bu inatçı Adera’dır. Benim kahrolası uçan odalara sık sık binmeme neden olan da odur. Sevgili babanın hayatımız üzerindeki olumsuz etkilerini düşünürsek seninle ortak yanlarımız epey fazla. Bizim aile bağlarımızı görmen için uzunca bir süre için yanıma gelmelisin. Hem böylece babanı emekli etme planlarımız hakkında konuşmak için bol bol da vaktimiz olur.”
Mara Tantar’ın yüz ifadesi ve ses tonu değişmediği için şaka yapıp yapmadığını anlayabilmek için babasına baktı. Bakışını takip eden Tantar, bu kez Adera’ya yöneldi:
“Artık emekli olmayı düşünmüyor musun Adera? Diyorum ki Mara da aramıza katıldığına göre, bu işlerden çekilsen de onunla daha çok ilgilensen. Senin yerine örneğin Anaid gibi zeki ve ileriyi gören dostlarımız Meclis’e katılır. Gözün arkada kalmaz.”
Adera Tantar’la aralarında yıllardır tekrarlanan bu oyuna her zamanki gibi içini çekerek katıldı
“Sevgili dostum, emin ol bunu ben de isterdim. Ancak sen de bilirsin ki maalesef yapılması gerekenle yapmak istediklerimiz her zaman aynı olmuyor.”
Taru ve Kedzik ile hararetli bir sohbete girişmiş olan Anaid’i gösterdi. Zavallı ogtornlar genç kadının konuşma hızı nedeniyle gayet zor anlar yaşıyorlardı.
“Yerimi Anaid’e sevinerek bırakırdım ancak diğer meclis üyelerinin bundan hoşlanacağını pek sanmıyorum. Sadece onun konuştuğu bir meclis! Hımm, aslında evet, neden olmasın ki? Haklısın, belki de yerimi ona bırakmalıyım. Hepimizin yerine konuşacak birini bulduğumuz için tüm meclis üyeleri emekli olabilir böylece.”
Anaid kendisinden bahsedildiğini fark ederek onlara doğru yöneldiğinde Tantar’ın fikri aniden değişiverdi. Aceleyle ekledi,
“Şey bir kez daha düşündüm de, sana hala ihtiyacımız var. Ne denli zor da olsa görev görevdir, değil mi Mara?”
Mara, Anaid’in ogtornda yarattığı korkuya kahkahayı basmamak için güç tutuyordu kendini. Normal bir zamanda -yani daha bir gün önce, o kendini biraz garip de olsa bir insan zannederken- ormanda karşısına çıksa korkudan bayılacağı bir yaratık, şu güzel kadından korkuyordu.
“Dedem ‘söz güçlüdür’ derken Anaid’i kast etmiş olmalı,” dedi Tantar’a.
Anlamadığını görünce ekledi,
“Dedem, Coravani. Kseleya’nın en iyi demirci ustasıdır. Kendisine ‘az konuşuyorsun’ diyenlere böyle yanıt verirdi.”
“Deden demek? Sanırım bir insandan söz ediyoruz değil mi canım?”
Tantar’ın “insan” sözcüğüne yaptığı vurguda bariz bir tiksinti vardı. Mara’nın bu vurgudan pek hoşlanmadığını fark eden Adera aceleyle araya girdi.
“Şimdi bunları konuşabilecek kadar vaktimiz yok. Birazdan toplantı başlayacak. Her zamanki huyun olduğu için senin gecikmene anlayış göstereceklerdir Tantar ama bizim gecikmememiz gerekiyor. Hele bugün asla!”
Bu arada Anaid’in elinden canını kurtaran iki ogtorn yanlarına gelmişti. Biraz daha ufak tefek görüneni söze karıştı.
“Tantar bence hemen gidelim, bugünkü toplantıya geç kalmamalıyız.”
Diğeri garip bir aceleyle Tantar’ı çekiştiyordu. Hızla uzaklaşırlarken,
“Bir an hiç susmayacak sandım,” dediğini duydu Mara.
Adera,
“Biz de gidelim artık,” dedi Mara’ya. “Açılış konuşmaları sırasında Meclis’te yalnızca temsilciler bulunabilir. Sen Ruven ve Anaid’le birlikte biraz bekleyeceksin. Normal zamanlarda bu konuşmalar uzundur. Ancak sen çok özel bir habercisin. O nedenle bugünkü konuşmaların oldukça kısa süreceğine eminim. Ruven lütfen bu iki hanımla ilgilen. Üçünüz de hazır olun. Her an çağrılabilirsiniz.”
Adera ile Harlena ogtorn ve olbarlarla birlikte yanlarından ayrıldıklarında Anaid, Ruven ve Mara’yı peşinden sürükleyerek meclis muhafızlarının yanına götürdü. Zavallıcıkların gözlerindeki korkak bakıştan Anaid’i tanıdıkları anlaşılıyordu.
“Anaid şimdi sırası değil!” diye uyardı Ruven.
“Kim demiş? Tam da sırası. Zavallıcıklar! Konuşamadıkları için nasıl da canları sıkılıyordur, bir düşünsene. E, bugün nasılsınız? Beni özlediniz mi?”
Kapıdaki era nöbetçiler görevleri bitene dek bir heykel gibi konuşmadan ve kıpırdamadan durmak zorundaydılar. Bu nedenle canları yalnızca konuşmak değil, Anaid’i fena halde pataklamak da istediği halde seslerini çıkaramadılar.
“Neyse, geçen gün nerede kalmıştık? Size “Dış Kapıda Var Bir Tilki”yi anlatıyordum değil mi? Bugün o tilkinin yavrularının başına geleni anlatacağım.”
Anaid öyküsünü öyle ayrıntılı anlatıyordu ki, Meclis Mara’yı konuşmak için çağırdığında bu işkenceye dayanmakta zorluk çeken nöbetçilerden birinin gözlerinde büyük bir kin, öbürünün ağzında da delice bir sırıtış vardı.
“Ama henüz birinci yavru bile doğmamıştı. Asıl macera şimdi başlıyor,” dedi Anaid üzüntüyle. “Hem baksanıza ne kadar da hevesle bekliyorlar öykümün devamını. Siz ikiniz gitseniz daha mı iyi olur acaba?”
Nöbetçilerden birinin kendisini tutamayıp hıçkırdığını gören Ruven, tek bir söz söylemeden koluna yapıştığı gibi kapıdan içeriye sürüklerken, Anaid nöbetçilere sesleniyordu:
“Üzülmeyin, çıkışta devamını anlatacağım!”
Mara Havelan Meclisi’ne girerken çok heyecanlıydı. Yüzünün bembeyaz kesildiğini, ellerinin titrediğini hissediyordu. O ünlü keskin gözlerine de bir şeyler olmuştu sanki. Sakinleşmeye çalışarak elbisesini düzeltti:
“Çok berbat görünmüyorum değil mi?”
“Hayır canım,” dedi Anaid. “Melekler kadar güzelsin. Kanatların bile tamam, bak. Bir tacın eksik.”
“Meleklerin tacı olduğunu bilmiyordum. Öyle mi gerçekten?”
Küçük kızın başına iki gün içinde öyle çok şey gelmişti ki, ona melekleri gördüklerini, başlarında taçlarının, ellerinde borazanlarının olduğunu hatta öğle yemeğini beraber yiyeceklerini anlatsalar buna da inanacaktı.
Anaid’le Ruven kızcağızın bu haline gülmekten alıkoyamadılar kendilerini. Mara yaptığının farkına vardığında,
“Tabii gülersiniz,” dedi. “Ne de olsa kimse karşınıza çıkıp aslında bir insan değil era olduğunuzu söylemedi. Sonra sırtınızdaki kamburun bir çift kanat olduğunu da söylemediklerine eminim ‘Merhaba, ben senin babanım, işte bu da annen. İnsanların yaşayıp yaşamayacağına sen karar vereceksin. Hadi meclise gidiyoruz’ diyen birileriyle karşılaştınız mı hiç? O yüzden meleklerin tacı olup olmadığını da sormazsınız benim gibi, değil mi?”
Ruven,
“Haklısın,” dedi. “Güldüğümüz için bağışla bizi. Senden öyle çok şeye inanmanı istedik ki, melekleri de tanıdığımızı sanman normal aslında.”
Anaid Mara’ya sarılarak onu meclis kapısına yöneltti.
“Az önceki soruna cevap vereyim. Bana kalırsa melekler taçsız doğuyor. Eğer iyi işler yaparlarsa taçlarına da kavuşuyorlar. Ne dersin, böyle olamaz mı sence?”
Kuşkuyla kafasını salladı küçük kız. Meleklerin tacı meselesini aydınlığa kavuşturmak içim önlerinde fazla zaman yoktu. Meclis Mara’yı bekliyordu.