24 Şubat 2009 Salı

Kitap tanıtımı

Adı Üstünde: Pölsan

Tüberküloz mikrobunun peşinden koşan genç bir öğretmen, yıllar sonra editörünün -en sonunda!- ölümü üzerine yeniden yazmaya başlayan gazeteci, hafıza kaybına uğradığını iddia eden bir savaş suçlusu... Hepsini karıştırıp, bolca mizah ilavesiyle bir kitapta pişirirseniz kendine özgü çılgınlığıyla bir roman elde edersiniz: Pölsan.

Pölsa bir çeşit yemek, Pölsan da İsveçli yazar Torgny Lindgren’in romanı. Yemek olan pölsa imkansızlığın yarattığı bir lezzet; kesimden sonra saklanamayacak etlerin arpa bulguruyla yavaş yavaş pişirilmesi ilkesine dayanıyor. Çeşitliden kastımız gerçekten epey “çeşitli”. Onlarca değişik malzeme var yemekte, fakat ortaya çıkan bütün içindekilerin hepsinden farklı bir tada sahip.

Kitap da bu yemek gibi; “bir ilkbahar, bir yaz, bir sonbahar ve dört kış”tan oluşan yedi mevsimli, soğuk bir İsveç kasabası, olaysız hayatın körüklediği hayal gücü, çocuklara dek uzanan ölümcül hastalık, alt edilmeye çalışılan yaşlılık, dostlukların yitimi, ölüm ilanları yavaş yavaş örülüyor ana malzemeye fakat bütün bu karışımın epey karamsar bir kitap yaratması beklenirken tam tersi oluyor, eğlenceli bir roman çıkıyor ortaya. Bitirdikten sonra kapaktaki ada bir kez daha bakınca kahkahayı basıyoruz, o ad da ince bir mizah duygusunun eseri çünkü; birebir kitabın ve adını aldığı yemeğin tekniğini açıklamakla kalmıyor, ortaya çıkan sonucu bile söylüyor. Her malzemenin/karakterin birbirinden ayrı ve birbirini etkiledikçe yeni bir tat kazanan lezzeti Pölsan.

Bir çocuğun erken gelecek ölümüne üzülenlere şaşırıp “Hayır, müteşekkirim buna” demesinde gülünecek bir yan bulunabilir mi? Ya bir belediye başkanının bir yayınevine yazdığı mektup ne kadar komik olabilir? “Pölsa pişiriyoruz, çünkü başka yemek yapmayı bilmiyoruz” cümlesinde hüzünlü bir taraf var örneğin fakat bu cümle sizi ve kahramanları öylesine bir noktada yakalıyor ki gülmeden edemiyorsunuz. Lindgren’in elinin değdiği her konu şaşırtıcı bir mizahla renkleniyor. Pek alışık olmadığınız, zaman zaman irkiltici de olabilen ama hep akıllı ve değişik bir mizah tarzı bu.

Sadece gülmek için değil yine de bu kitap, aslına bakarsanız gülmek için hiç değil. Yazma eylemi üzerine; yaratma ve gerçeklik üzerine kurulu temelde. “Roman içinde roman” diyor yayınevi kitabın tanıtım yazısında, bana kalsa roman içinde roman içinde roman derdim Pölsan için. Çünkü Lindgren’in edebiyatla uzandığı yerleri okuduktan sonra da anlamaya devam ediyorsunuz, aklınıza geldikçe şöyle diyorsunuz: “Tabii ya!” Çünkü “İnsan hayatının en değerli ve onurlu şeyi anlam yaratmaktır” dedirtiyor bir kahramanına Lindgren. Kendisi de anlam yaratma işinin ustalarından olduğunu kanıtlıyor kitabıyla.

Ayrıntılardan bahsedip sürprizlerin tadını kaçırmak istemiyorum ama romanda bir yerlerde yazarın apansız karşınıza çıkmasını bekleyin derim. Bir de okurken bir amacın kendi başına olmadığını, sizi bambaşka bir amaca hazırladığını bir kez daha fark edeceğinizi söylememe izin verin. Yaşlılığı alt etmek istiyorsanız eğer, sonu gelmez bir haberi yıllar sonra yeniden yazmaya başlayabilirsiniz. Ya da rahatlık, iyi bakım ve güzelce pişmiş patates yahnisi için tüberküloz mikrobunun peşine düşebilirsiniz. Hatta bir savaş suçlusu olup hafıza kaybına uğramanız, yeni bir kimlik edinmeniz fakat hepsini bir parça sosisle değiştirmeniz de mümkün. Sonuçta “Büyük ve yükseltilmiş şeyleri çocuklar ve yetişkinler işte böyle oyuna çevirirlerdi ve hatta şaklabanlığa. Yoksa nasıl onlara tahammül edecek ve sırtlarında taşıyabileceklerdi ki?” diyor yazar.

Torgny Lindgren pek çok edebiyat ödülüne sahip olmasının yanı sıra, 1991 yılında, edebiyat dalında Nobel ödülünün sahibini belirleyen İsveç Akademisi’nin on sekiz daimi üyesinden biri olarak “9 numaralı sandalyeye” seçilmiş. Kitapta yer alan yazar tanıtımında yazarın yetiştiği yöreye özgü bir dil kullanmasına dikkat çekiliyor. Öyle ki İsveç yazınına “Lindgrence” olarak adlandırılan yeni bir lehçe kazandırmış.

Pölsa -tarifinden anladığım kadarıyla- yemek olarak damak zevkinize pek uymayabilir, fakat kitap olarak Pölsan kesinlikle evrensel bir tat.

PÖLSANTorgny Lindgren, Çeviren: Gürhan Uçkan, Nokta Kitap, 217 sayfa, 9,26 YTL.

17 Şubat 2009 Salı

Saçlarım

Yangınortası saçlarım
tarihim
Yana ayırıyorum.

Darağacı saçlarım
sevgin
Kendimi çekiyorum.

Yolyorgunu saçlarım
zaman
Geriye tarıyorum.

Günbatımı saçlarım
yaşlanmak
Uzatıyorum.

9 Şubat 2009 Pazartesi

Ve karşınızda Ayşegül Hanım

"Ayşegül Boşanıyor" benim ilk ve tek romanım. Ondan bir bölümü yaklaşan 14 Şubat hatrına bloguma ekliyorum. Ben bu 14 Şubat'ta Ayşegül'ü seviyorum.


14 Şubat: Bugün de Sevgililer Günü. İyi. Bana ne?
Benim bir sevgilim yok.
Eskimiş, köhnemiş, çatlamış, turşusu çıkmış, kağşamış, çekilmez, berbat, başımın belası, çivisi çıkmış, sallanan, yıkılmak üzere, dayanılmaz, katlanılmaz, sıkıcı, tavsamış, yavşamış, kurumuş, solmuş, boktan, dandik, kurtulmak istediğim, kurtulamadığım, ölümcül, hasta, zalim, bitmesine az kalmış da olsa… benim artık bir evliliğim de yok.
Bugün bana hiç kimse çiçek getirmeyecek. Kimse beni öpmeyecek. “Seni seviyorum” demeyecek. Akşama nereye gideceğimizi düşünmeyeceğim. Cep telefonuma aşk mesajları gelmeyecek.
İç sesim ciyak ciyak bağırıyor sabahtan beri: “Kızım Ayşegül, sen bunca yoklukla nasıl çıkacaksın insan içine? Herkes gülecek sana. Akşam iş dönüşünde her kadın elindeki buketi gözüne gözüne sallayacak. Sen bu dişi silahşörler arasında başın öne eğik, bir suçlu gibi ezik o yollardan nasıl dönüp geleceksin eve?”
Tanrım! Ne yapacağım ben? İşyerinde herkes sevgilisine yapacağı sürprizlerden bahsedecek. Bitmez tükenmez telefon konuşmaları yapacak. Gelen çiçekçi çocuklar, uzun kuyruklar halinde diğer masaların önünde beklerken, benim masamın önü cennete giden yol kadar boş olacak. O boşluktan bana baktıklarında ağlamamaya çalışarak “Hayatında Kariyerinden Başka Hiçbir Şeye Önem Vermeyen Ciddi Özverili Disiplinli ve Hırslı İş Kadını Ayşegül Hanım”ı oynayacağım.
Biliyorum ki bugün en az kırk defa lavaboya gidip, oradan gözlerimdeki kızarıklığı gizlemeye çalışarak döneceğim. Herkes bu muhteşem günün önemli işleriyle meşgul olduğundan bütün işler bana kalacak. Of! Bir de bana acıyarak bakanlar...
Yok! Bu kadarı da fazla. İŞE GİT-Mİ-YOR-SUN. O kadar!
Gitmeyeceğim. Şimdi patronu arayacağım. Bugün Sevgililer Günü. Ben de işe gelmiyorum diyeceğim.
Son hesapta kaç olur?
Pekala, ne var yani? Evet işteyim. Evet, tam da düşündüğüm kadar berbat bir gün. Ama kim müdüründen sevgililer günü nedeniyle izin alacak cesarete sahip ki ben olayım?
Cesaretmiş, pöh! Kimse benim kadar cesur olamaz. İşe geldim, daha ne?
Nilgün’le yemek yiyoruz. Hayır, ben yemek yiyorum, ocep telefonuyla mesaj alışverişinde. Nilgün’ü hiç bu denli meşgul görmemiştim. Sabahtan beri, gelen telefonlara cevap veriyor, çiçekçilere bahşiş ödüyor, harıl harıl mesaj yazıyor. Ben de masada ne varsa silip süpürüyorum hırsımdan.
- Nilgün, tatlını yemeyeceksin değil mi?
- Yok, yok yemeyeceğim. Lütfen sen al.
Evet, ben tatlıyı alayım Nilgün, salatanı ve zeytinyağlı dolmanı da aldığım gibi. Nasıl olsa bu akşam seni Beyoğlu’nun ışıkları, daracık siyah elbiseler, uzun topuklu ayakkabılar ve kırmızı iç çamaşırları, beni ise televizyon karşısı, pijama ve soğuk bir yatak bekliyor. Öyleyse tatlı da benim hakkım.
Ooooh, yiyorum işte. Hatta bu bitsin bir porsiyon daha alacağım.
- Nilgün
- Efendim canım?
- Sevgilinin adı ne?
- Hangisinin?
İmdat! İmdat! Bana üç porsiyon tatlı getirin. Hayır çorbadan başlayın servise. Bir bu kadar daha yiyeceğim.
Patlayana kadar yediğim bir öğle yemeğinden sonra beş-altı soda içmek ve bir o kadar da mide hapı çiğnemekle geçti günüm. Nilgün sevgilileri nedeniyle gayet yoğun olduğundan bütün hesapları onun yerine ben elden geçirdim, müşteri telefonlarına yanıt verdim.
Öğleden sonra Selda arayıp sevgililer günümü kutladı.
- Nasıl gidiyor?
- Cinayet planları yapmıyorum, merak etme.
- Takma kafanı daha taze bekarsın, seneye kırarsın şeytanın bacağını.
- Aman çok umurumdaydı sanki. Siz ne yapıyorsunuz bu akşam?
- Kadirciğimle kumrular gibi başbaşayız işte. İşten izin alıp erkenden eve geldim. Ortalığı temizledim, yiyecek bir şeyler hazırladım, buzdolabında da şampanya var. Pastasına ne yazdırdım bil bakalım.
- Bilmesem?
- Sana aşığım zümrüt gözlüm yazdırdım.
- Zümrüt de nereden çıktı? Kadir’in gözleri kahverengi değil mi?
- Artık değil. Sürpriz hediyem bir çift yeşil lens.
Selda’nın telefonundan sonra iyice çuvalladı midem. Bastırmak için bir paket galeta yedim. Nilgün’ün “Orası olmaz buraya gidelim” gidelim muhabbetlerini dinledim. Midem ve kafam hala bozukken işyerinden çıktım.
Akşam
Sevgililer günü cehennemi akşam eve dönerken yolda da devam etti. Sıra sıra dizilmiş çiçekçileri, ellerinde kırmızı güllerle bekleşen erkekleri, birbirine sarılan çiftleri görmemeye çalıştım.
Hiç mi yalnız insan yok bu kentte? Bir tek ben miyim eşi ya da sevgilisi olmayan gariban? Bir gün başbakan seçilirsem ilk işim sevgililer gününü yasaklamak olacak. Hangi dine sığar oruçlunun yanında yemek yemek?
Suratım beş karış asık, koşa koşa eve geldim. Bütün zavallılığımla kapıyı açmaya çalışırken, kendiliğinden açılıverdi kapı.
Ah benim oğlum! Ne ressam ne bilgisayar mühendisi, peygamber olacaksın büyüyünce. Kapıyı açan genç bir delikanlıydı. Elinde bir buket çiçek. Yanağımdan öpüp “Sevgililer günün kutlu olsun” dedi.
Bir sevgilim varmış da bütün gün fark etmemişim meğer. Benim oğlum, güzel oğlum, canım, biriciğim sevgililer günümü kutluyor. Peki, madem öyle bu akşam rakı içeceğiz. Dur ben şu üstümü değiştireyim de. Pijama ha? Halt etmiş pijamalarım, siyah elbisemi giyeceğim, makyajımı tazeleyeceğim.
Yine Akşam
Her şey iyi hoş ama bu salata tabağındaki şokella da çekilmiyor ki. Hayır, rakıyla da iyice çarpıyor adamı.
Hala Akşam
Sevenin haaliindeeenn sevennleerr annlarrrr gel görr şu haalimiii bir teselliii verrrrrrrrrrrr. Ver ulann ver beeeeeee.. Neden benim sevgilim yok?
Daha da Akşam
Daatırımm ulann burayıı bi başkayımm bu akşammmmm!
En akşam
Başım ağrıyor. Gözlerim yanıyor. Kalbim kırık. Siyah elbiseme rakı döküldü. Oğlum zaten hala akşam faslında uyumuştu zaten. Ben uyuyamıyorum. Gökyüzündee yalnız gezeen yıldıızlarrr yeryüzünde sizin kadaar yalnızııım!
Gece
Yatmaya hazırlanırken Selda aradı:
- Ayşegül sana gelebilir miyim?
- Gel tabii de, kötü bir şey mi var?
- Galatasaray’ın bilmemkimle maçı varmış.
- İyi de Seldacım bu saatte ne maçı bu? Ne alakası var hem? Siz Kadir’le kumrular gibi baş başa bir akşam geçirmeyecek miydiniz?
Hay dilim tutulsaydı da söylemez olaydım Kadir’in adını. Bizim kız başladı hüngür hüngür ağlamaya. Anlayabildiğim kadarıyla Kadir eve gelmiş, onu öpüp sevgililer gününü kutlamış, sonra da maça gitmiş. O sevgili değil bir.. neyse özetle öküzmüş diyelim. Birazdan dönecekmiş Kadir ama eve geldiğinde Selda’yı evde bulamamalıymış. Selda onun istediği zaman geleceği istediği zaman gideceği birisi değilmiş. Zaten artık eskisi gibi uzun, ateşli mesajlar değil, “seni seviyorum” diye baştan savma mesajlar atıyormuş Selda’ya. Belki de başka birisi varmış hayatında.
İki çift laf edecek halim de yok ki kendimi toparlayıp sakinleştireyim kızcağızı. Zaten gerek de kalmadı “Hah kapı çalıyor, geldi beyefendi. Dur ben şunun canına bi okuyayım yarım saat sonra sendeyim” dedi, kapadı telefonu.
Bu ne şimdi gece gece? Aman neyse ne, ben yatağıma gidip uyuyayım. Nasıl olsa barışırlar birazdan. Nasıl gelecek Selda bana gecenin bu saatinde?
Hala Gece
Selda geldi. Beş dakika sonra da Özetle Öküz Kadir peşinden. Şimdi salonda bağrış çağrış kavga ediyorlar.
İyice Gece
Hala kavga ediyorlar. Ben yaklaşık bir saattir Deniz’in odasındayım. Burada mahsur kaldım.
Benim bir sevgilim yok. Kocam da yok. Aklımı seveyim.
Sevgililer Günüm kutlu olsun. Aferin bana!

Not: Kitap için http://www.ideefixe.com/Kitap/tanim.asp?sid=DYK71K2K6B4B1AZZMNIK adresine bakabilirsiniz.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Mim

Ekmekçikız beni mimlemiş. Elimizdeki kitabın 161. sayfasının 5. satır ya da cümlesini yazacakmışız.

Elimde ne var? ("Ayaklarım zincir/Dört bir yanım duvar/Elim cebimde cebim delik/Elimde ne var?) demeden geçemeyeceğim, güzel şarkıydı, di mi?) Elimdeki kitap Margaret Weiss ve Tracy Hickman'ın Ölüm Kapısı serisinin üçüncü cildi olan Ateş Denizi... İthaki Yayınları'ndan çıkmış.

5. satır karışık olduğundan 5. cümleyi yazıyorum direkt:

"Evet," diye kabul etti Baltazar, "ölülerimiz olmadan, biz yaşayanlar hayatta kalamazdık"

"Vaay, anlama bak cümledeki" dediniz değil mi bunu okuyunca? Ben de öyle dedim. Ama hayallerinizi yakıp günümü ısıtasım var. Canlarım, kazın ayağı öyle değil. Bu bahsedilen ölüler bildiğiniz zombi ayol. Hani bildiğiniz zombi nasıl oluyor ben de bilemeyeceğim ama cümle içinde kullanmak gerekirse "Ben zombi gördüm" diyebilirsiniz. Iyyy... Vazgeçtim demeyin... Allah göstermesin.

Ben Uçuşuk'u mimliyorum. Çıksın akı karası onun da ortaya, hadi bakalım.

P.S. I Love You (o da güzel filmdi) Ekmekçi'm, gülüm...