27 Nisan 2009 Pazartesi

Dizi dizi inciyiz

Günaydın herkese, güzel de bir hafta olsun dilerim.

"Bloga hangi yazıyı eklesem?" diye dolanırken klasörlerde "Sultan Makamı" diye bir dosya buldum. Çok severek izlediğim bu dizideki kadın karakterlere ilişkin bir içerik çözümlemesi yapmaya niyetlenmiş ama sonra kimbilir hangi öykünün, şiirin peşinde dolanırken yarım bırakmışım işi. Yine de bu haliyle beğendim yazıyı, ekleyeyim dedim.

Hem Sultan Makamı öyle sağlam bir çalışmaydı ki bence, dizilerin başına gelen o moda furyasından ayrı bir yerde de yad edilsin arada.

Sevgiler herkese,

Arzu

Sultan Makamlı Kadınlar


“Hayatın kulpu nerede Asiye? Neresinden tutacağız hayatı?”
Sultan’ın Asiye’ye söylediğidir


Birkaç aydan beri önce Perşembe, sonra da Salı gecelerini bir diziye ayırıyoruz evde.
İnceden başlayıp “Sultan” haykırışıyla içimizi bir tuhaf eden müziğini dinlemeye, her biri daha önce başka dizilerde denenip ön kabul görmüş tiplemelerden bağımsız, yaşayan birer karakter olan rolleri izlemeye doyamıyoruz. Sabahın köründe işe gidecek olmamıza rağmen uykumuzdan feragat edip Sultan Makamı’nı izliyoruz. Çünkü Sultan ile Asiye’nin sevdası öyle sahici ki, biz de seyrederken sevgilimizin elini tutmadan duramıyoruz.

Ne zamandır akşamı ve yorgunluğu kolayca geçirmeye yarayan “ye yemeği-izle televizyonu- yat uyu” düzenine yenik düşer olmuştuk sevgilimle. Önceleri utanarak, birbirimize çaktırmadan izlediğimiz Deli Yürek’le başlayan televizyon karşısı birlikteliğimiz Asmalı Konak’la alenileşmiş, hafta içi günleri dizilere göre adlandırmaya dek uzatmıştık işi. Sonra bir de baktık ki, bir zamanlar eleştirdiğimiz, dalga geçtiğimiz televizyon bağımlısı hayatlara benzemiş hayatımız. Durumu kabullenmek şanımıza, vazgeçmek ruh halimize uymazken, ne halt edeceğimizi de pek bilemezken sağ olsun imdadımıza Sultan Makamı yetişti. Şimdi ilk defa “utanmadan” bir diziyi “birlikte” seyrediyoruz.

Dizinin benzerlerinden ne denli farklı olduğunu anlamak için iki başrol oyuncusunun birbirlerine nasıl baktığını görmek bile yeterli. Bu iki güzel insan birbirlerine diğer televizyon dizilerinde görmeye alıştığımız sevgililer gibi bakmıyor. Ne sahip olma hırsı var bakışlarında, ne yırtıcılık. Ne karizma yarıştırıyorlar birbirleriyle ne de dize getirmeye çalışıyorlar sevdiklerini. Bu sahici bakışları yakalamaya çalışan oyuncuları çok gördük dizilerde ama hiçbiri bu denli başarılı olmadı, birbirlerinin ruhuna bakıyor Sultan ile Asiye. Öylesine “iyi” bir bakış ki bu, biz de yanımızdaki sevgiliye bakmadan edemiyoruz. Ve tam o anda, hiç şaşmadan hep aynı mucize gerçekleşiyor, sevgiliyi de bakışını diziden bize çevirmiş buluyoruz. Aynı bakışı yakalayınca sevdiğimiz gözlerde, seyrettiğimizin sadece televizyon değil oradan geçen hayat olduğuna bir kez daha inanıyoruz. Ev ısınıyor, hayat ısınıyor, sevgimiz demleniyor.

Biz, ekrandan bize akseden hayatların içinde yalnızca Sultan Makamı’ndan yansıyanı sahici buluyoruz. Diğer dizilerdeki bize ait olmayan yaşamlara bir nevi röntgencilik hissiyatıyla bakarken, bu diziye katılıyoruz. Neden?

Bu soruya dizinin özenli, sinemaya selam göndermekten geri durmayan çekiminden, senaryonun, müziğin güzelliğinden başlayarak yanıt verilebilir. Fakat ben özel bir durumdan, dizinin kadın karakterlerinden bahsetmek istiyorum. Sevgilime bile söylemeden kendime sakladığım bir hissiyat var çünkü içimde: Bence bu dizinin sultan makamında oturanlar, kadınlar.

Bu “bence”nin peşinden gitmenin eğlenceli ve öğretici olacağını düşünüyorum. Benim açımdan dizinin kadın karakterlerine göz atmak, bu karakterlerin temsil ettiği değerlerden hangilerinin benim de hayatımda yer tuttuğunu ortaya koymak anlamında kişisel olsa da, yapılacak çözümlemenin diziye benzer bir hissiyatla yaklaşan başka kadınların da yaşamlarında neyi onayladıklarına dair birkaç ipucu verebileceğini ümit ediyorum.
Öncelikle dizinin geçtiği mekâna kısaca değinelim. Çünkü kadın karakterleri anlamada onları ortaya çıkaran mekân ve yaşam standartları önemli bir birleşme noktası. Dizinin mekânı İstanbul’un kenar semtlerinden biri, Balat. Yoksul insanların yaşadığı, çok güzel İstanbul manzaralarına sahip bir semt. İşte bu yüzden yoksullara bırakılması mümkün değil. Öykümüz de bu mecradan hareketle eskiden bayıla bayıla izlediğimiz, şimdilerde modası geçmiş bir temaya sahip: Yoksul ve iyi insanlar, zengin ve kötü insanlara karşı yaşadıkları mekânı ve hayatlarını korurlar. Onurlarını da parayla satmazlar.

Bu genel tema çerçevesinde bir kadınlar portre galerisidir seyrettiğimiz. Zenginlik ve kötülüğün dizide cisimleşmiş hali de aşağıda değineceğimiz gibi bir kadındır, yoksulluğun ve iyiliğin simgesi de. Bir müteahhidin kızı semti boşaltarak büyük bir alışveriş kompleksi kurmaya çalışır, mahalleli de buna karşı durur. Arka planda ise aşkı, hayata tutunma çabalarını, yoksulluğu, çaresizliği, ihaneti, direnmeyi… görürüz.

Sultan’ın Sultanı Asiye:
Asiye bu rolde ne nasıl kurtulacağı yıllardır tartışılan hayat kadını, ne de Kurtlar Vadisi’nde artık içimize fenalık getirecek denli çok türküsü çalınan, kocasının elleriyle intihara sürüklenen ölü annedir. Asiye ilk kez adındaki “asi” bölümüne yaraşan bir genç kadındır Sultan Makamı’nda. Abisinin (Bahtiyar) en yakın arkadaşı olan Sultan, Asiye’ye aşıktır. Asiye de Sultan’ı sevmekte ama hayatını kurduğu dayanakları tasvip etmemektedir. Bu yüzden başlarda Sultan’ın aşkına cevap vermez. Sultan ne doğru dürüst bir işe sahip, ne de böyle bir iş tutmaya niyetlidir. Oysa Asiye birlikte bir hayat kuracağı erkeğin ayaklarının yere basmasını ister. Fakat zamanla sevgisine yenik düşer ve Sultan’la evlenmeyi kabul eder. Bu andan itibaren dizide bambaşka bir Asiye görürüz. Sonuna dek Sultan’ın yanında, onun pes ettiği yerlerde direnmeye çağıran, hayata karşı Sultan’dan daha yürekli bir kadındır artık Asiye. Erkeklerin sadece üzülmekle yetindiği parasal sorunlara kafasını fazlaca takmayan, onların buna neden bunca üzüldüklerini pek de anlamayan, çözüm yolu bulma konusunda daha yaratıcı bir Asiye’dir.

Asiye dizide neyi temsil eder?
Asiye dizide aklı, olgunluğu, direngenliği, gücü temsil eder. Az ama doğru konuşur. Karar vermede temkinlidir ama bir kez verdiği kararı sonuna dek muhafaza eder, korur. Asiye bu dizide sevgilidir. Sadece sevgilisinin değil, hayatına giren herkesin sevgilisi. Erkeklere atfedilen pek çok değerin dizideki erkeklerden daha çok taşıyıcısıdır. Dürüstlük, sözüne güvenilirlik, kararlılık, suskunluk ama gerektiğinde sözünü sakınmama, iş yaptırma, doğruyu eğriden ayırma gücü. Bunlar toplumumuzda genellikle erkelere atfedilen değerlerdir Fakat bu dizide bir kadında cisimleşirler. Asiye göğe değil, toprağa bakar. Bulunduğu yere kök salar. Sonuç itibariyle tam anlamıyla olumlu bir karakterdir.

Sultan Makamı’nın diğer kadınlarında da olumlu özellikler görürüz. Özellikle güç. Dizideki kadınların en belirleyici özellikleri güçlü olmalarıdır. İyi Asiye de, kötü müteahhit kızı da güçlü kadınlardır. Kendi kararlarını verir, dahası bunu çevrelerine kabul de ettirirler. Dizideki kadınlar erkeklerin aksine “arabesk” değillerdir. Üzüntülerini eylemsizlikle birleştirmez, üzüntüye neden olan olumsuzlukları aşmak için doğru yollar bulmaya çalışırlar. Işıl ile kocası Bahtiyar’ın arasındaki ilişkide bunu sıkça görürüz. Bahtiyar hiçbir işi kendisine layık göremediği halde Işıl bir otelin mutfağında çalışmaktan yüksünmez, üstüne üstlük Bahtiyar’ı teselli eder. Kadınlar Asiye’nin düğününde Bahtiyar gibi -ne yapacağını bilmeyen şaşkın tavuk gibi- dolanacaklarına, bir gün içinde Asiye’nin bohçasını Bahtiyar’dan kurtarıp gelin evini döşeyiverirler. Sultan sığındığı sinemadan çıkması söylendiğinde yenilmiş adam triplerinde atını alıp, Asiye’yi arkasında bırakıp paşa paşa giderken Asiye tek kelime etmeden Sultan’ın eline yapışır, iki gün sonra da Sultan’ı sinemadan direnmeden çıkmamaya ikna ederek geri getirir vb.

Dizideki erkek karakterler hayalleriyle yaşar, var olan hayatı kabullenmeyip ama buna karşı da pek bir şey yapmazlarken kadınlar hayata sımsıkı bağlıdır.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Beklesin

Beklesin gençliğimin atılgan kırmızısı
Şimdi kuytularda mor sessizliğiyle göveren
Ağaç kokulu kalemimin bereketi
Diş gösteren, ısırmayan
Isırgan ruhum beklesin

Sessiz sakin uykularında
Meltemi keskin buğularla ıslak
Altın bahtımın taze rüzgârı
Düz ovaları birleştiren o ırmak
Beni beklesin

Düşünden azade, buluttan ırak
O sırtlan, o çakal kalabalık
Yaşadığı denizi bilmeyen balık
Hoyrat bir emekle çöle dökülen
Buzdan gümüşler biraz uzakta beklesin

Elimde kalan ne varsa
Bunca yormuşluktan, yokuştan
Bunca yollardan sonra bana kalan
Onlar bile kalmasın
Gitsin de benden önce beklesin

7 Nisan 2009 Salı

"Sarıyer-Taksim Minibüsü Ya da Uyduruk Bir Tarihçe"den

1985

“Gezdiğim dikenli aşk yollarında elimden bir kırık saz geldi geçti. Kara talihimden yine bu yıl da baharı görmeden yaz geldi geçti”
Şaraptan, esrardan boğuklaşmışsa da bir zamanlar eğitilmiş olduğunu ele veren sesini alçaltıp “Oof! Of!” diye tamamladı şarkıyı Deli Ömer.
Durdu. Bir iç geçirdi. Sonra yanında sigara içen kır saçlı adama iyice yanaştı:
“Dursun abim, canım abim, ağabeylerin şahı! Bi de şarap parası versene be.”
“Aa, Ömer sen de fazla oldun ama. Karnım aç dedin, doyurduk. Sigara dedin, aldık. Şimdi de bu musibeti mi istiyorsun? Almam valla, günahına giremem”
“Ne günahı be güzel abim?” dedi Ömer. “Ne günahı? Hikâye bunlar! Bu âlem, bu devran! Aah! Felek melek hepsi, hepppssiiii hikâye!”
Başladı caddenin ortasında göbek atmaya. Ellerini vuruyor, saçı sakalı birbirine karışmış darmadağın başını sağa sola oynatıp güya gerdan kırıyor ve bağıra çağıra Nilüfer’in yeniden moda ettiği şarkıyı söylüyordu:
“Günahtır diyorlar desinleeeer! Sevaptır diyorlaaaar desinlerrr! Adaaam sen dee ne derlerse desinler! Günah bizim sevap bizim varsın çatlasın eller!”
Dursun gülsün mü, kızsın mı düşünürken, birdenbire etrafına toplanan, gecenin bu saatinde nereden peyda olduğunu anlayamadığı bir kalabalığın ortasında kalıverdi. Hiç beklenmedik bu eğlenceyi kaçırmak istemeyen işsiz güçsüz takımı şarkıya katılmış Ömer’e el çırpıp tempo tutuyor, daha da ileri gidip ortaya atlıyor, oynamaya başlıyorlardı. Bir sürü pejmürde kıyafetli, yarım ayakkabılı, kafası dumanlı kaçığın ortasında kalan Dursun önce huylanıp el âlemin onu bu delilerin arasında görürse ne diyeceğini dert ettiyse de, manzara o kadar tuhaf ama bir yandan da o denli eğlenceliydi ki dayanamayıp makaraları koyuverdi.
Minibüs Dursun’un kendisini park ettiği kuytudan olan biteni izliyor, ağırbaşlılığı asla elden bırakmayan şoförünün karşı karşıya kaldığı bu garip durumda ne tepki vereceğini merakla bekliyordu. Koskoca adamın önce bir telaş kenara çekilmeye çalışması, dayanamayıp gülmesi, en sonunda da şarkının tam “Adam sen de ne derlerse desinler” kısmına can-ı gönülden katılarak el çırpmaya başlaması öyle saf, öyle çocukça ama bir yandan da öyle içli bir görüntüydü ki, minibüs çok sevdiği Dursun’a bir kez daha bağlandı. Elinden gelse yanına gider, kornasıyla, farlarıyla katılırdı eğlencesine. 1 Haziran’da Beşiktaş’ın şampiyon olduğu gün nasıl ikisi de bir arada, coşkulu mu coşkulu katılmışlarsa şampiyonluk turuna, tam da öyle bir cümbüş çıkarırlardı.
Bir araçtı hepi topu, cansız bir minibüs. Fakat böyleyken bile insanları nasıl da seviyordu. Yüzleri asık işe gidip gelirlerdi hep, birbirlerine bağırır çağırır, küfrederlerdi. Fakat nasıl oluyorsa oluyor, onca kırgınlığın, yorgunluğun, derdin arasından bir yolunu bulup kurtuluyorlardı işte. Ilık yaz gecesi sarhoşluğunun, yanı başlarındaki güzelim denizin, başlarına hepsi birer melekmişçesine haleler oturtan ay ışığının hakkını vermeyi başarıyorlardı.
Yanı başındaki arabada oturan orta yaşlı çift böldü güzel düşüncelerini. Adam kadının ellerine yapışmış “Bırakma beni Hamide” diye ağlıyordu. Ceketi kravatı tam, kerli ferli biriydi. Altındaki araba da gıcır gıcır bir Mercedes’ti hani. Böyle bir adamı ağlatan, caddedeki delileri güldüren bir hayatı düşündü minibüs. Gerçekte kimden yanaydı?
“Beni çoktan kaybettin” dedi adı Hamide olan kadın. “Ağladığın da yalan. İnanmıyorum sevdiğine. Kendini boş yere kandırıyorsun. Sevgi değil bu sendeki, sahip olma hırsı. Yeter ikimizi de üzdüğün, bırak gideyim.”
Minibüsün âdeti değildi pek kulak misafirliği, yolcularının söylediklerini bile duymazdan gelirdi çoğunlukla ama bunları söyleyen kadını merak etti. Şöyle bir göz atınca orta yaşlı, hafif toplu, pek de güzel olmayan, bakımsız bir kadın gördü o çok pahalı arabada. Rengi sarıydı fakat boya olduğu belliydi saçının, dipten siyahlar çıkmıştı. Sadece saçında değil, giysisinde de aynı bırakmışlık, özensizlik vardı. Adamdaki o bakımla bu kadın karşılaştırıldığında aslında diğerinin ağlaması gerekirdi ama ağlayan adamdı işte.
“İlginç” dedi kendi kendine. “Hiç de böylesini görmemiştim.”
Minibüsün görmediğini Türk filmlerinin değişmez izleyicisi, iyi kalpli ev kadınları da görmemişti. O filmlerle, bu adamla kadının hikâyesindeki girizgâh aynı fakat jön farklıydı.
Adamın adı Tankut’tu. İstanbul’un eski, köklü ama hovarda meşrep ailelerinden birinin oğluydu. Sürekli yoksul, daha da yoksul düşmekten bıktığı bir evde, kuyruğu dik tutmaya çalışmaktan karabasanlara uğrayarak büyümüştü. Yoksulluk öyle korkutucuydu ki, daha az korktuğu bir şey yaptı, birini öldürdü. Öldürdüğü adam yanında oturan kadının babasıydı. Turgut Bey, Tankut’un gönlünün kızında değil paracıklarında olduğunu anlamış, foyasını da bir Yeşilçam klasiğiyle, kızından ayrılması için para teklif ederek ortaya çıkarmıştı. Fazla film seyretmenin zararları işte.
Yaşlı adam bol bol film seyretmiş olsa da Tankut için aynısı söylenemezdi. Bu yüzden müstakbel kayınpederin verdiği paraları elinin tersiyle itmek, deliler gibi çalışıp çok zengin olmak, uygun bir fırsatta adamın fabrikasını ele geçirmek, masa başına kurulup da Turgut Bey’in teşekkür etmek için eski odasına gelmesini beklemek, koltuğuyla aniden dönüp kamera yüzüne odaklanırken “Bir zamanlar fakir ama onurlu bir genç vardı” demek fırsatını aklına bile getirmedi. Verilen parayı paşa paşa aldı, bir kısmını da geri verdi: “Bu kürtaj için”
O ana dek böyle akıp giden bir hikâyenin filmden başka bir şey olamayacağını, en sonunda yıllardır beklediği o her koltuğun rüyası mühim rolü kapacağını hesaplayan koltuk “Tüh” dedi, ihtiyarın altından kaydı. Turgut Bey’in beynine sıçrayan kan pek yakınında bulunan bir damarı tıkadı. Bir bitki gibi yere yığılan sevgili kayınpederinin yanından zor aldılar Tankut’u. Babasının, babacıklarının mutluluğa dayanamadığını söyledi felçli adamın kızına. “Ah sevgilim, onun için yapabileceğimiz tek şey boy boy torunlarını dizmek karşısına. Belki onların hatırına uyanır o derin uykusundan.”
Alelacele evlendi Tankut’la Hamide. On yılda üç çocuk götürdüler felçli bir bedenin kımıldayamadan yattığı hasta yatağına. Dördüncü torununu görme fırsatını bulamadan öldü Turgut Bey.
Belki vicdan azabından belki de zaten hamuru aslında böyle olduğu için Tankut eşine iyi bir koca, çocuklarına sağlam bir baba olmakla kalmadı, işleri de tam kayınpederinin isteyeceği gibi çekti çevirdi.
Eh, tesadüfler ilginç sonuçlar doğurur. Şöyle ki; her iyi aile babasının eline bir fırsat geçtiğinde katil olabileceği gibi, her katil de başka bir fırsatla birinci sınıf bir ev erkeğine dönüşebilir.
Tankut ikinci sınıftandı. Cinayetin tek görgü şahidi olan koltuğun ikide bir ayağına dolanması, otururken altından kayıvermesi, hiç olmadı durduk yerde fırlattığı bir yayla nazik yerlerini acıtması dışında bir derdi olmadı. Neyse ki masum bir koltuğun da yukarıdaki “Uygun fırsat eline geçse” listesine dâhil bir katil olmasını beklemeden attı koltuğu, kurtuldu.
Koltuk önce sekreterin altına, oradan da çaycının sıcak, buharlı odasına yollandı. Yıllar yılı penceresiz bir delikte vazifesini yapıp, enikonu işe yaramaz hale geldiğinde de kapının önüne fırlatıldı. Koltuk buna üzüldü mü? Hiç de üzülmedi. Tam tersine, onca yıl horlandığı bu işyerinden kurtulduğu için çok mutluydu. Üstelik yıllardan sonra ilk kez gün ışığına kavuştuğu bu kutlu günde çöpleri karıştıran Ömer’le karşılaşarak yepyeni bir hayata başlamıştı ki, olursa bu kadar olurdu artık. Ömer’in peşine takılıp gitti, boğazın kıyısına oturtuluvermiş derme çatma bir kulübenin en şahane eşyası olma ayrıcalığının tadını çıkardı.
Bahar geldiğinde Ömer koltuğunu da kendisi gibi kulübeden kurtarıp krallara layık bir tahtmışçasına üzerine kurulur, ne yapıp edip bulduğu şarapla güzel gökyüzünün, canım denizin keyfini çıkarırdı.
Koltuk yıllar sonra kavuştuğu emekliliğini sevgiyle kuşatıldığı bir dünyada geçiriyordu geçirmesine ya, yine de Tankut’u unutmamıştı. Bir gün karşısına çıktığında ona en güzel günlerini yaşatan Turgut Bey’in intikamını alacaktı o serseriden, ahtı vardı.
Eh, dünya küçük, İstanbul ondan da küçük. İşte beklediği fırsat Dursun’un Ömer’le karşılaştığı, karşılıklı göbek attığı o Temmuz gecesinde ayağına geldi koltuğun: Tankut kendisinden ayrılmak isteyen Hamide’yi birazcık konuşur da yumuşatırım umuduyla kaptı, boğaza getirdi.
Minibüs ne koltuğu biliyordu henüz ne de bu öyküyü. O hala kadının neden ayrılmak istediğini, adamınsa neden bu denli gözyaşı döktüğünü merak ediyordu.
“Ne nikâh bağlar bizi ne mahkeme ayırır, düşmanların şerrinden bizi mevlam kayırır”diye anırdı Deli Ömer.
“Bak” dedi Hamide kocasına, “Şarkıyı duyuyor musun? Nasıl bir aşktan bahsediyor. Bizimkisi de öyle olsun isterdim. Dünyayı takmadan, karşı durarak, birilerine değil sadece birbirimize güvenerek.”
“Saçmalıyorsun” dedi adam “Görmüyor musun herif sarhoş, söz ettiği hayırlı bir şey olsa bu halde olmazdı. Hem neden böyle söylüyorsun? Seni dünyadaki her şeyden daha çok sevmedim mi? Neyim eksik? Neden beni terk etmek istiyorsun?”
“Beni sevmiyorsun, biliyorum çünkü. Ağzın öyle söylüyor ama sarılışların, öpüşlerin ‘Sana sahibim’ der gibi.”
“Ne var bunda? Karım değil misin? Çocuklarımıza da beraber sahip değil miyiz? Sen de bana sahip değil misin?”
Kadın içini çekti. Bir sigara yakıp denize baktı, simsiyah kadife gökyüzüne, simle işlenmiş yıldızlara. “Gökyüzü salondaki masa örtüsüne benziyor” diye düşündü. “O bile...”
“Ben hep başka türlü bir evlilik yaşayacağımızı sanmıştım, biliyor musun?” dedi adama. “Seninle tanıştığımızda yoksuldun. Hayır, ne olur asma suratını, yoksulluğunu yüzüne vurmuyorum. Tersine beni sana çeken tam da buydu; yoksul oluşun. Sen hep kurtulmak gerekenin parasızlık olduğunu sandın. Oysa... Ah, nasıl anlatabilirim asıl kurtulmamız gerekenin bütün bu para, mal, mülk olduğunu? Eve giriyorum eşyalar üstüme üstüme geliyor. Kapıya çıkıyorum şoför peşimden koşturuyor. Değil mala mülke, insanlara bile sahibiz. Hepsi hizmet için bizi bekliyor. ”
Tankut şaşkınlıkla bakıyordu karısına, Hamide devam etti.
“Ben çocukken, bir gece, yatağımda yatıyorken, birdenbire kendimi tam da olduğum kadar gördüm. Yattığım yerden ibaret, boyum, enim hepi topu şuncacık bir şey. Oysa koskocamandı ev, eşyalar kim bilir hakkımda neler söylüyordu ben yanlarında değilken. Çok korktum. Kendimi iyice sıkıştırdım yorganımla, daha ne kadar küçülebileceğimi düşündüm. Sabah kalktığımda anneme anlattım olanları, anlamadı. Oyuncaklarımı, giysilerimi, kitaplarımı atmak istediğimi duyunca da kaptığı gibi doktora götürdü beni. Doktor da anlamadı. Fakat ben büyüyene dek beklemem gerektiğini anladım. Sonra annem öldü erkenden, babamı yalnız bırakıp kaçamadım. Derken sen çıktın karşıma, tüm yoksulluğunla. Ailemin bana sahip olmam için verdiği, gerçekteyse bana sahip olan tüm bu eşyalardan kurtulma umudumdun. Ama sen ne yaptın? Ha, söyle ne yaptın? Eşyaları çoğalttın! Hapisliğimi çoğalttın!”
Tankut tutamadı kendini, “Kafayı yemişsin sen” deyiverdi. Boş bulunmuştu. Kadın bu cevabı bekler gibi arabadan dışarı fırladı. “Haklısın” diye bağırdı kapıyı çarparken, “Kafayı yedim.”
“Haklıyım!” diye bağırdı ciyak ciyak. “Özgürlük hiçbir şeyinin olmamasıdır. İşte bu kadarız biz çünkü!”
Minibüsün şaşkın far ışığı altında soyunmaya başladı. Ayakkabılarını, paltosunu fırlattı attı yere. Gömleğini, eteğini bir çırpıda sıyırdı. Çoraplarını çıkarırken tam, kocası yetişti, tuttu kolundan. İtiş kakış arabaya bindirmeye çalıştı. Hamide apış arasına bir diz geçirdi adamın, kurtuldu elinden. Şarkı söylemeyi bırakıp kendisini seyreden kalabalığa doğru koşturdu, hepsini iteleyip Ömer’in koltuğuna oturdu.
Herkes şaşkınlıkla izliyordu olup biteni, deliler takımı hariç. Onlar aralarına katılan yarı çıplak kadına şöyle bir bakıp şarkı söylemeye devam ettiler. Deli Ömer önce koltuğun kendine ait olduğunu düşündü, sonra kadının oraya yakıştığını. “Emmanuel gibi oldun valla bacım” dedi. Bir sigara ikram etti. Hamide çoraplarını çıkarmayı sonunda başarmıştı. Hırsla, hala arabanın yanında iki büklüm debelenen kocasına fırlattı onları, kraliçe edasıyla kurulduğu koltukta arkasına yaslandı, pofur pofur saldı dumanları gökyüzüne.
“En sonunda be!” dedi. “Oh, dünya varmış! Söyleyin hadi, sefam olsun.”
Gökyüzünün siyah kadifesi sadece gökyüzüydü artık, ne masa örtüsünü ne de kurtulmak zorunda olduğu başka bir şeyi, herkese ne hatırlatıyorsa Hamide’ye de onu hatırlatıyordu. Koltuğa dokundu elleri, çatlamış, bir zamanlar yumuşacık olduğu belli, oysa şimdi yer yer soyulmuş derisini okşadı. Hayatında ilk kez oturduğu bir koltuk onu rahatsız etmiyordu. Yayları batıyordu kıçına, evet. Ama onlar bile hoş geldin demek istiyordu sanki o kadar. Çalımla kuruldu tahtına, şarkıya katıldı:
“Adam sen deee ne derlerse desinler, günah bizim, sevap bizim varsın çatlasın eller”
Tankut o geceden sonra, karısının deli olduğuna dair rapor almaya kalktı önce. Fakat Hamide başka bir anlaşma önerince uzatmadı daha fazla. Bütün malı mülkü, çocukları aldı, boşandı karısından. Hamide Deli Ömer’in kulübesine yerleşmediyse de koltuğundan da kalkmadı. Yıllar yılı boğazın kıyısında her şeye tanıklık eden bir taş gibi oturdu sapasağlam, yarı çıplak. Önce deliler, sonra akıllılar geldi yanına. “Ben bir çocukken, bir gece, yatağımda yatıyorken, birdenbire...” diye başladığı öyküsünü dinlediler. “Özgürlük hiçbir şeye sahip olmamaktır” sözü boğazın kaldırımlarından İstanbul’un tüm duvarlarına bir fısıltı gibi yayıldı. Âşıklar birbirlerine başka türlü baktı, mobilya satıcıları birdenbire azalan satışlara şaştı. Yoksullar boyunlarını eskisi kadar eğmedi, Hamide’yi aramayan zenginler ise bu işin sebebini bir türlü çözemedi.
Minibüs Dursun’u önceleri her gün taşıdı Hamide’nin koltuğuna. Ufak tefek yiyecek bıraktılar, giyecek birkaç parça. Hamide boğazından geçenden, üstünde eskiyenden fazlasını isteyene verdi. Zamanla gelen geçen koltuğun etrafına bir şeyler bırakmayı adet edindi. Garibanlar koltuğun etrafına mumlar dizdi, Hamide’yi soğuk kış günlerinde paçavralarla örttüler.
Devir Özal devriydi, KDV devriydi ama İstanbul da İstanbul olalı Hamide gibi bir evliya görmemişti.
Bir daha da görmedi zaten.